ÖLÇÜSÜZ HAKİMLERİN ORANTISIZ HÜKÜMLERİ
Her mesleğin bir sanatı vardır. Sanat; bir duygunun, tasarımın, güzelliğin ve benzeri hallerin dışavurumunda ve anlatımında kullanılan yöntemlerin tümüdür. Meslek sahibi, kullandığı yöntemlerle başarı ve liyakatini ortaya koyar.
Bir ressamı, çizdiği resim ile, bir cerrahı da yaptığı ameliyat ile ölçeriz. Her birisinin yeteneği, kendi alanlarındaki ilkelerin somut duruma ne oranda başarı ile uygulanıp uygulanmadığına göre belirlenir.
Hakimlik mesleğinin de bir icra sanatı vardır. Hakimin sanatını, idare ettiği duruşmada ve nihayetinde verdiği hükümde görürüz.
Adil bir yargılama sürecinde elde ettiği lehe ve aleyhe tüm delilleri kanun ve evrensel hukuk normları süzgecinden geçirdikten sonra beraat ya da ceza veren hakim, yazdığı gerekçe ile sanatını dışa vurur.
Gerekçeyi okuduğumuzda adeta hakimin ruh dünyasını, psikolojisini, tecrübesini, duygularını da okuruz. Hakimin, tarafsız ve bağımsız karar verip vermediğini, etki altında kalıp kalmadığını anlarız. Korkusunu, beklentisini, cesaretini hissederiz. Devrin, gücün, siyasi idarenin yanında mı yoksa hak ve hukukun yanında mı yer aldığını görürüz.
Bütün bunların yanında bana göre bir hakimin sanatındaki başarısının en çok ortaya çıktığı yer, suç teşkil edici eyleme ceza verilirken başvurulan “orantılılık ilkesi”dir.
Hakimin başarısı veya adaleti; kural ihlal eden eylem ile eyleme uygulanacak müeyyide arasında dengeyi sağlayıp sağlamadığına bağladır.
Peki günümüz Türkiye hukuk sisteminde veya mahkemelerinde bu orantılılık ilkesine ne kadar uyuluyor? Maalesef durum hiç de iç açıcı değildir.
Dünya hukukun üstünlüğü endeksinde Türkiye, özellikle son yıllarda olağan üstü bir ivmeyle son sıralara kadar geriledi. Adalet terazisinin topuzu tamamen kaçmış durumda. Öyle ki siyasi davalara bakan mahkemeler, hem sanıkların kimliğine hem de bulundukları farklı illere göre bambaşka hukuk sistemleri uygular hale geldiler.
Anayasa ve kanunlara aykırı bir şekilde ve sübjektif değerlendirmelerle, aynı eylemden suçlanan kişilerden birine beraat, birine 3 yıl, birine 15 yıl, birine ağırlaştırılmış müebbet verilebiliyor. Aşağıdaki somut örneklerden anlaşılacağı üzere, dünya hukuk tarihinde böyle bir orantısızlık görülmüş değildir.
Oysa Anayasa’nın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” başlıklı 13. maddesi açıktır. Maddede; “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” denilmiştir.
Yine Türk Ceza Kanununun (TCK) 3. maddesine göre, “suç işleyen kişi hakkında işlenen fiilin ağırlığıyla orantılı ceza ve güvenlik tedbirine hükmolunur.”
Cezanın belirlenmesi ve bireyselleştirilmesi de TCK 61. maddesinde hüküm altına alınmıştır. Anılan iki madde de uyumlu olup failin kastı da gözetilerek eylemin şiddet ve ağırlığı ile oluşturduğu sonuca göre temel cezalandırma öngörülmektedir.
Dolayısıyla, ceza miktarı belirlenirken, öncelikle suç fiili nazara alınır. Failin kişiliği burada önemli değildir. Daha sonra bireyselleştirme yapılır (TCK 61/5). Belirlenen temel ceza üzerinden sırasıyla teşebbüs, iştirak, zincirleme suç, haksız tahrik, yaş küçüklüğü, akıl hastalığı ve cezada indirim yapılmasını gerektiren şahsi sebeplere ilişkin hükümler ile takdiri indirim nedenleri uygulanarak sonuç ceza belirlenir.
Ayrıca TCK 62. maddeye göre de; failin geçmişi, sosyal ilişkileri, fiilden sonraki ve yargılama sürecindeki davranışları, cezanın failin geleceği üzerindeki olası etkileri gibi hususlar da takdiri indirim nedeni olarak göz önünde bulundurulabilir.
Ancak belirtilen bu ilkeler çerçevesinde adil bir yargılama sonucunda orantılı bir ceza verebilmek için öncelikle hakimin bu liyakat ve tecrübeye sahip olması gerekir.
16 yıldır Türkiye’yi yöneten Erdoğan hükümeti, başta yolsuzluklar olmak üzere çeşitli suçlarını örtmek ve soruşturmalardan kurtulmak için, satın alamayacağı, son HSYK seçimlerinde istediği adaylara oy vermeyen mesleğinde başarılı 5 binin üzerinde hakim ve savcıyı ihraç edip, tutuklattırdı. Bu, neredeyse yargının yarısının tasfiyesiydi. Son 3 yılda siyasi iradeye bağlı yaklaşık 12 bin hakim ve savcı mesleğe kabul edildi. Hukuk fakültesini yeni bitiren ve 1 yıllık staj bile yaptırılmayan bu kişiler insanları ağırlaştırmış müebbet suçlamaları ile yargılamaya başladılar ve sonuçta trajikomik kararlar verdiler.
Örneğin sanığın kim olduğu, ne iş yaptığı, siyasi veya dini görüşü, hangi gruba ya da kimliğe dahil olduğu göz önünde bulundurularak cezalar verilmeye başlandı.
Oysa failin geçmişi ve sosyal ilişkileri gibi hususlar (TCK 62) ancak takdiri indirim nedeni olarak göz önünde bulundurulabilirdi, temel cezanın belirlenmesi veya cezanın artırılmasında değil.
Ama bugünün Türkiye’sinde yukardaki ilkelerin hiçbirinin önemi yoktur. Önemli olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın o dava veya o sanık için ne düşündüğüdür. Hakim, bu düşünceye göre karar vermek zorundadır. Dolayısıyla kanunlar, anayasa, temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası sözleşmelerin bir bağlayıcılığı bulunmamaktadır Erdoğan’ın yargı sisteminde.
Bu nedenle aynı örgüte mensup olan bir kişinin şöhreti, zenginliği, kamusal görevi vb şahsi haller kanuna aykırı olarak cezada artırım nedeni olabilmektedir.
Örneğin aynı örgüt, aynı suç, aynı eylem bağlamında yazdıkları yazılar nedeniyle (ki normal hukuk sisteminde bu eylemlerin hiçbiri suç değildir) yargılanan gazetecilerden Murat Aksoy 2 yıl 1 ay, Ünal Tanık 6 yıl 3 ay; Cumhuriyet Gazetesi çalışanları Akın Atalay 8 yıl 1 ay 15 gün, Ahmet Şık 7 yıl 6 ay, Kadri Gürsel 2 yıl 6 ay; Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca 31 yıl 6 ay; Ahmet Altan, Mehmet Altan ve Nazlı Ilıcak’a ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilmiştir.
Yukarıda isimleri geçen tüm bu kişiler farklı düşünce ve dünya görüşüne sahip gazeteci veya medyacı olup, tek ortak yönleri Erdoğan’ın dikta rejimine muhalif fikir ileri sürmeleridir. Ama cezaları, bağlı olan hakimlerin bağlanmış oldukları yerden gelen talimata göre orantısız ve keyfi bir şekilde belirlenmiştir.
Öte yandan iktidar tarafından korunan suçlu kişi ve örgütlere yönelik ise farklı bir adalet anlayışı ile yaklaşılmaktadır. Bunlardan bir tanesi dünyanın başına dert olan, acımasız katliamlara imza atan ve Erdoğan yönetiminden açıkça destek gören İŞİD üyeleri ile ilgili yargılamalardır.
MİT gözetiminde İŞİD’e silah taşıttıran Erdoğan, bu konuda soruşturma açan savcıları tutuklattırıp müebbet hapis ile yargılatırken, katil İŞİD militanlarına ise tahliye yolunu açtırmıştır.
Türkiye’nin en büyük katliamı olan Ankara Gar katliamını organize ettiği tespit edilen İŞİD üyesi Yunus Durmaz, polisin yaptığı bir operasyonda kendini patlatmış, kız kardeşi Gamze Demir ise katliamın sanıklarıyla aynı evde, 20 kilo TNT patlayıcı, birçok canlı bomba yeleği ve mühimmatla yakalanmıştı. Gaziantep 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davada sanık, kolilerin içinde kitap olduğunu düşünerek bakmadığını söylemişti. Mahkeme, tutuklulukta geçirdiği süre, küçük yaşta bebeğinin bulunması ve tutuklamanın güvenlik tedbiri olması nedenleriyle sanığı tahliye etmişti.
Gaziantep 8. Ağır Ceza Mahkemesi ise, Erdoğan iktidarının isteği ile başlatılan bir cemaat soruşturmasında, fakir öğrenciler için burs topladığı ve dini içerikli sohbetleri organize ettiği için Hatice Öğüt’e, silahlı terör örgütü yöneticiliği suçlamasıyla 15 yıl hapis cezası vererek tahliye taleplerini reddetti.
Ayrıca Gaziantep gibi birçok ilde, açık kanuni engele rağmen yeni doğum yapmış yüzlerce ev hanımı, 17 bin kadın, yüzlerce bebek ve çocuk cemaat üyeliği iddiasıyla suçsuz biçimde keyfi olarak çok uzun süredir tutuklu yargılanıyor ve orantısız cezalandırılıyorlar.
Bir başka örnek olarak Diyarbakır’da, polis lojmanları yakınındaki evinde, (bilirkişi raporlarına göre) çok miktarda bomba yapımında kullanılabilecek malzeme ile bir adet kılıç ele geçirilen ve operasyon sırasında kimyasal maddeleri atık su giderine dökerken yakalanan B.İ. “IŞİD terör örgütüne üye olmak” suçundan beraat ederken, evinde ele geçirilen kılıç nedeniyle 5 ay hapis cezasına çarptırıldı. Gaziantep Bölge Adliye Mahkemesi, bu cezayı da fazla bularak, B.İ.’nin beraatine karar verdi.
İlk beraat kararını veren Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi, söz konusu karardan kısa bir süre sonra, cemaatin esnaf kanadından olduğu iddia edilen Süleyman Türk’ün davasına da baktı. Evinde yapılan aramalarda vaaz kasetleri ve kitaplar ele geçirilen, Özel Nil Kolejine giriş çıkış yaptığı ve KHK ile kapatılan bir derneğe de üye olduğu tespit edilen sanık, bu eylemler suç teşkil etmediği halde, mahkemece 7.5 yıl hapis cezası ile cezalandırarak tahliye edilmedi.
İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi de, benzer infiallere imza atan onlarca mahkemeden bir diğeri. 39 kişinin öldürüldüğü Reina katliamı davasında, İŞİD üyeliği suçlamasıyla yargılanan çoğusu yabancı uyruklu 7 sanığı tahliye eden mahkeme, tahliye kararına, kaçma şüphelerinin bulunmaması ve ölçülülük ilkesini gerekçe gösterdi. Anayasal güvence olan bir ilkeye uymada bu kadar hassasiyet (!) gösteren mahkeme, aynı Anayasaya göre, uyulması zorunlu olan Anayasa Mahkemesi kararını yok sayarak, gazeteci/akademisyen Mehmet ALTAN’ın tahliye talebini reddetti. Yazılarıyla darbeye iştirak etmekle suçlanan gazeteci hakkında, aradan geçen yaklaşık iki yıla rağmen delillerin toplanmamış olması gerekçe gösterildi.
Erdoğan yargısının söz konusu uygulamaları, sadece “çifte standart” ile açıklanabilecek durumlar değildir. Öyle ki cemaat davalarında her mahkeme kendi duruşmasında, hatta aynı mahkeme farklı meslekteki sanıklara bile bambaşka cezalar vererek, hukuktan ve hukuki etikten ne kadar yoksun olduklarını gösteriyor.
Darbe girişiminin başlamasından yalnızca 3 saat sonra, darbeye iştirak ettikleri gerekçesiyle yargılanan hakim ve savcılar hakkındaki iddiaların birçoğu benzer olmasına rağmen, verilen kararlarda da aynı tenakuz görülüyor. Örneğin İzmir’de yargılanan eski bir hakim bylock programını kullandığı ve cemaatle ilişkisi tespit edildiği gerekçesiyle 10 yıldan fazla hapis cezası verilerek tahliye talebi reddedilirken, aynı suçlamaların mağduru bir başka meslektaşına Ankara’da 6 yıl 3 ay, İstanbul’da bir diğerine 18 yıl hapis cezası verilebiliyor. Aynı iddialarla yargılanan yüksek yargı üyeleri, diğer meslektaşlarının aksine, yaklaşık 2 yıldır hücrelerde tutuluyor ve daha yüksek cezalarla karşılaşıyorlar.
Bunun dışında, gelen siyasi talimatlar gereği birçok mahkeme aynı eylem ile ilgili küçük esnaflara alt sınırdan ceza vererek tahliye ederken, büyük şirket sahibi iş adamlarını ise tutuklu olarak yargılayıp hücrede tutmaya devam etmekte ya da daha yüksek ceza verebilmektedir. Yine cemaat üyeliği nedeniyle suçlanan bir sınıf öğretmeni ile aynı iddialarla itham edilen bir akademisyene verilen ceza ve tutukluluk sürelerinde çok büyük farklar söz konusudur.
Gelinen noktada Erdoğan yargısı, uygulamaya koyduğu “düşman hukuku”nda bile bir ayar tutturamamaktan, usul kanunlarının bir mahkemede geçerli diğerinde hükümsüz kabul edilmesi yönlerinden ve savunma avukatlarının, müvekkilleri için onlarca yıllık hapis cezası mı yoksa beraat kararı mı çıkacağını asla tahmin edememeleri açısından acınası ve zavallı bir hale düşmüş durumda! Avrupa hukuk fakültelerinde ve tarih kitaplarında mutlaka yer bulacak olan “hukuksuz ve sistemsiz olan” bu hukuk sistemi ve onun kuklaya dönmüş zavallı uygulayıcıları, yıllar boyunca utançla anılacağa benziyor…