MUHABERAT DEVLETİ
“Adalet”ini “ve”den yitiren, sadece ve sadece kişisel “Kalkınma”ya odaklanan, ülkenin tek “Partisi” yüz yıllık demokrasi kazanımlarını yok ederek, Türkiye’yi “Muhaberat Devleti” haline getirmeyi başarmıştı.
Bu yönetim anlayışı, duruma göre sevilen ya da yerilen ve iç tehdit bahanesiyle Mehmetçik’in kanı ile sulandırılan komşu Suriye’den esinlenerek uygulamaya konulmuştu.
Bilindiği gibi Muhaberat, Suriye’yi 40 yıldan fazla ayakta tutan en önemli güçtü. İrili ufaklı 10’dan fazla olan istihbarat biriminin tümü “Muhaberat” olarak biliniyor ve hesap verdikleri tek merci Devlet Başkanıydı. Başkentten ücra köylere kadar yayılan bir istihbarat ağına sahip Teşkilat’ın Suriye çapında gözaltı ve sorgu amaçlı kullandığı en az 27 tesisi bulunuyordu. İnsan Hakları İzleme Örgütün ifadesiyle “işkence takımadalarıydı” bunlar…
Muhaberat, tipik istihbarat teşkilatlarından çok belirgin bir farkla ayrılmıştı: Etkinliği gizliliğinden değil, tam tersine açıklığından kaynaklanırdı. İsyanın başlangıcına kadar kim olduklarını, nereye çalıştıklarını gizleme gereği duymuyordu Muhaberatçılar. Amaç göz açtırmamak, rejime laf söyletmemek, en ufak bir kıpırdanmayı bile önlemek olunca mesaj da netti: Muhaberat her zaman her yerde!
Günün Türkiye’si nasıl da benzemişti komşusuna. Muhaberat Başkanı’na çalışan herkes her çeşit suç oluşturucu eylemlerinden muaf tutulmuştu çıkartılan KHK’lar ile. Komşu Muhaberatçılar işkenceyi ve diğer suçları fiilen işlerken bizde bir adım daha ileri gidilerek yasal olarak suç işleme izni verilmişti. Yeter ki Başkan’a zarar gelmesin.
Evet, Başkan’ı korumak için komşu “korku” ile insanlarını sindirirken, bizde korkunun yanında diğer birçok değerler de kullanılmıştı ki, bunlardan en önemlisi “din”di. Her şey “inanç” yolunda araçken, “inanç/din”, Başkan’ın gücünün korunması yolunda araç olmuştu.
Hem de nasıl bir araç. Bu dürtüden efsunlanan kadın, kocasını; baba, kızını; akraba, akrabasını; komşu, komşusunu yıllardır tanıdığı ve suçuna şahit olmadığı halde, sırf Başkan’ı desteklemediği için terörist olarak ihbar edebiliyordu.
Hatta, basına yansıdığı şekilde halk otobüsüne oturan iki bayanın kendi aralarındaki özel konuşmasına kulak verip, birisinin Başkan’ı eleştirdiğini gören arka sıradaki şahsın, inen bayanı büyük bir azimle takip ederek ve polisi de arayarak bayanı gözaltına aldırabiliyordu. Böyle akıl tutulmalar ancak bu dürtü sonucu olabilirdi ve ülkede başarılmıştı.
Şekli Müslümanlığına söz ettiremeyen zavallı millet, defaatle inançlarını kullanan nice sömürücülerin peşine takılmıştı. Bu son Kullanıcı da var olan bu zafiyeti fark edip toplu hipnozu sağlayabilmişti.
Durumun farkına varmayan ve halkın değerlerinden ve geleneklerinden ayrı bir dünyada yaşayan muhalefet ise hala inançlara dil uzatmakla meşguldü.
Muhaberatın, inançtan sonra kullandığı diğer önemli silahı ise “korku” olmuştu. Sanatçı Metin Akpınar; “savaşa hayır diyenlerdenim, bedel ödenecekse ne yapalım 77 yaşından sonra hapishaneye de girerim” derken, insan psikolojisi üzerinde önemi azımsanmayacak bir hususu da vurguluyor ve şunu söylüyordu: “Korku bulaşıcıdır.”
Şüphesiz korku silahının en önemli dalı yargıydı. Bu nedenle adım adım yargı Muhaberata bağlanmıştı. Bu yol sağlandıktan sonra, artık kim aleyhe ağzını açsa, Muhaberatın kontrolü ile gerçekleştirilen askeri darbe girişimi ve dolayısıyla günah keçisi yapılan cemaatle ilişkilendirilerek cezaevine atılıyordu.
Ne de olsa günah keçisi haline getirilen cemaat artık Başkan’ın yegane kurtarıcısı ve arındırıcısı olmuştu. Bilindiği gibi, günah keçisi; suçsuz olduğu halde başkalarının suçu üzerine yüklenilen kişi ya da topluluğa verilen isimdi.
Günah keçisi kavramına çeşitli toplumlarda değişik zamanlarda rastlanır. Eski Ahit‘deki Kefaret Günü ayinlerinde Yahudi kavminin günahları simgesel olarak bir erkek keçiye yüklenirdi. Bu keçi kurayla seçilir ve Azazel adlı kötü ruhu yatıştırmak ve Yahudi kavmini günahlarından arındırmak için Kudüs dışında bir uçurumdan aşağıya atılırdı. Antik Yunanistan‘da veba ve benzeri afetleri hafifletmek ya da önleme amacıyla günah keçisi olarak insanlar kullanılırdı. Atinalılar’da, Thargelia Şenliği‘nde bir kadın ve bir erkek seçilir, şölenden sonra bu çift kentte dolaştırılır, ince yeşil dallarla dövülüp kent dışına sürülür ve orada büyük olasılıkla taşlanırlardı. Böylece kentin bir yıl boyunca kötü talihten korunacağına inanılırdı.
İşte Başkan, bu kurbanı bulmuş ve her türlü günahı ona yüklemeyi başarmıştı. Artık keçi kötüydü. Taşlanmayı ve uçurumda atılmayı hak ediyordu. Ne zamanki bu sağlanırsa o zaman ülke feraha kavuşacaktı.
Ama keçinin suçlarla yüklenmesinden yıllar geçmesine rağmen her şeyin daha da kötüye gittiğini gören ehli vicdan ve akıl sahipleri düşünmeye başlamıştılar ki bu kez Muhaberatın “yargı” aracı devreye girdiği için, dilsiz şeytan olmayı tercih ediyorlardı. Oysa yargının görevi adalet dağıtmak değil miydi?
Medeni dünya, devlet yönetimini bir kişiye emanet edip onun kölesi olmaktansa üçlü bir dengeleme sistemi geliştirmişti: Yasama, yürütme ve yargı.
Daha öncesinde sahip olduğumuz bu sistem artık sadece kitaplarda okunuyor ve fiiliyatta bambaşka bir yönetim anlayışı uygulanıyordu.
Yasama; Başkan’ı mutlu etmek için, toplanılan bir arena ya da tiyatro salonuydu. Kendini milletin vekili sanan birkaç saf burada bağırıp çağırıp Başkan’ı eğlendirdikten sonra şekli yasa oylamasına geçilir ve her seferinde Başkan’ın dediği yasalaşırdı. Bazen sahnelenen oyundan Başkan memnun kalmazsa en az bir yıl sahne kapatılır ve yasaların çıkartılma işlemi Yürütmeye verilirdi.
Yürütme; Başkan’ın emrinde çalışan sekreterlerden oluşuyordu. Başkan onlarla daha hızlı yol alır, bazen kızdığı sekreteri ya döver ya da kovardı.
Yargı; Başkan’ın hukuk işlerini takip eden birimdi. Bazen de çay ihtiyacı varsa, mensupları Başkan için ırgat gibi çalışıp çay toplarlardı. Saygıda asla kusur etmeyip, her gördüklerinde adeta rükûa varır gibi önünde eğilirlerdi. Bazen heyecandan olsa gerek bayan olduklarını unutup hakimlik cübbesinin olmayan düğmesini iliklemeye çalışırlardı.
Dördüncü kuvvet olan medya, mutlak anlamda Başkan’ın emrindeydi. Tüm ülke artık tek kaynaktan beslenmekteydi. Kaynak: “Bilge Başkan”dı. Kazaran farklı bir ses veya yazı çıksa, sahibinin akıbeti belliydi. Artık o bir teröristti. Çünkü bütün medya böyle açıklama yapıyor, tüm muhalefet partileri de Başkan’a hak veriyor, yargı yazının silah olduğundan hemfikir, başta kafası karışık olan eş, dost, akraba da yıllardır tanıdıkları kişinin meğerse kuzu postuna bürünmüş kurt olduğunu öğrenmiş oluyorlardı.
İşin ilginç kısmı, herkes onu terörist ilan edince, kendi durumundan şüphelenen kişi, bu kadar insanın yanılmayacağını düşünerek, mahkemede, silahlı terörist üyesi olduğu için özür diliyor ve nedametini izhar ederek, “etkin pişmanlık” hükümlerinden yararlanmak ve Başkan’a layık bir vatandaş olmak istediğini belirtiyordu.
Peki, Muhaberat Devlet anlayışının sonu ne olmuştu? Komşuya bakalım: Kırk yılı aşkın bir yönetimde her şey Başkan’ın kontrolünde olduğu halde ülkede hiçbir zaman huzur olmamıştı. Nice katliamlar yaşanmıştı. Sadece Hama katliamında 40 bin kişi öldürülmüştü. Sonra parçalanmış bir Suriye, Putin’in emir eri olmuş bir Başkan, öldürülmüş yüzbinlerce insan, ülkesini terk etmiş milyonlarca mağdur, harabe olmuş bir ülke… Bizde de durum benzerdi.
Zamandan yolculukla geleceğe gidip, güzel ülkemin nasıl bir felaketten geçtiğini aktardım… Ülkeme ve insanlarıma bitmez bir hırs ve kinle zulüm yapanlar bugün yaşamıyor aramızda, arada bir isimleri geçince de nefretle anılıyorlar… Değer miydi?