Aziz Kamil CanTURKISH WRITINGS

KAMUDAN TASFİYE ARINDIRMA SÜRECİ Mİ SOYKIRIM MI?

Aziz Kamil Can

Türkiye uzun yıllardır içinde bulunduğu hukuki problemlerle boğuşuyor. Özellikle yönetimini 16 yıldır kesintisiz sürdüren Erdoğan hükümetinin bazı bakanları ve Erdoğan’ın aile yakınları hakkında hazırlanan 2013’teki yolsuzluk soruşturmalarının ardından bu sıkıntılar olağanüstü şekilde arttı. 2014 yılı başından ve özellikle 15 Temmuz darbe teşebbüsü sonrası yargının tamamen hükümetin kontrolüne girmesiyle yaşanan hak ihlalleri milyonlarca vatandaşı mağdur etmiş durumda. 15 Temmuz sonrasında hükümet, ülkenin genelinde olağanüstü hal ilan ederek, Anayasa’dan aldığını iddia ettiği bir yetki ile 150 binden fazla kamu görevlisini ihraç etti.

Bu mağduriyetler nedeniyle AİHM’e yapılan bir başvuruda, aşina olmadığımız bir terimle karşılaştık: “Lustration (Arındırma –Tasfiye –Temizleme)”. Pişkin/Türkiye başvurusunda AİHM, başvuranın savunması dahi alınmaya gerek görülmeden ihraç edilmiş olmasıyla ilgili yaptığı incelmede şu soruyu not düştü: “Arındırma önlemleriyle ilgili davalar göz önüne alındığında (bkz. Diğerleri arasında, Matyjek/Polonya,2006), bu hükmün bu işlemin cezai yönü altında uygulanabilir olduğu düşünülebilir mi?”

Peki nedir bu arındırma politikası diye bir tarama yaptığınızda “Adalet ya da İntikam” başlıklı yabancı bir makalede, bu terim ve söz konusu davanın incelendiği görülüyor. Makalede de belirtildiği üzere,  Orta ve Doğu Avrupa’da, 90’lı yılların başında komünist rejimlerin çöküşünden sonra, yeni bağımsız devletler güçlü demokratik sistemler yapma yolunda uzun ve zorlu bir yolculuğa başladılar. Hızlıca ortaya çıkan sorulardan biri, komünist geçmişin travması ile başa çıkma sürecine nasıl yaklaşılacağıydı. Özellikle toplumun seçkinlerinin çoğunun eski rejimle işbirliğine girmiş olduğu gerçeği göz önüne alındığında, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri, aynı anda toplumun siyasal ve sosyal yapılarını tamamen yeniden yapılandırırken, adalet getirme mücadelesiyle karşı karşıya kaldılar. İşte, devletlerin bu adaleti sağlamaya çalıştığı yollardan biri de “arındırma” süreçleriydi. Bu kavram esas olarak post-kamusal yaşam bağlamında kullanılmaktadır. Komünist Orta ve Doğu Avrupa’da egemenliği çok geniş bir şekilde tanımlamak için, eski bir rejimin yetkililerini ve işbirlikçilerini, devrimci bir hükümet değişikliğinden sonra bir ülkedeki kamu nüfuzu konumundan uzaklaştıran bir önlem olarak düşünülmüştür.

İşte bu amaçla içlerinde Polonya’nın da bulunduğu bazı devletler “arındırma” süreci için bazı yasalar kabul ettiler. Polonya’nın bu amaçla hazırlanan ilk yasası 1997’ye kadar kabul edilmedi. Bu yasa, eski komünist totaliter sistemlerin mirasını ortadan kaldırmak için alınacak önlemlerle ilgili olarak, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi tarafından kabul edilen 1096 sayılı Karar ile uyumlu oldu. Avrupa Konseyi Parlamenterleri, kararlarında “barış içinde birlikte yaşamanın ve başarılı bir geçiş sürecinin anahtarının intikam almaksızın adalet sağlamanın hassas dengesini sağlamada” olduğunu belirtti.

Her ne kadar bu uyarılar ve sınırlar doğrultusunda bir yasa çalışması yapılmış ise de, sahadaki uygulamaların AİHM tarafından, temel insan haklarını ihlal ettiği tespit edildi (Matyjek/Polonya-2006).  2007’de düzenlenen yeni tasarı, Polonya’daki arındırma sürecini önemli ölçüde değiştirdi. Ancak bu kez de çok sayıda meslek grubunun kanun kapsamına alınmasıyla kapsam genişletildi. Yasa kapsamına gazeteciler, akademisyenler gibi birçok meslek kategorisinin dahil edilmesi, yasaların demokrasinin temelini oluşturan konuşma özgürlüğünü tehdit ettiği iddiasına yol açtı ve sonunda, yasanın birçok hükmü Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi .

Dolayısı ile uzun yıllar süren ve rejim eliyle meydana gelen sistemli insan hakları ihlallerinden sonra, AKPM’nin de üzerinde durduğu üzere, demokrasiye geçiş ve hukukun üstünlüğünü sağlamaya yönelik bir uygulama amacıyla tüm hukuki kriterlere uymak şartıyla böyle bir girişimde bulunulması meşru görülmüş olabilir.

Türkiye’de 15 Temmuz sonrası 150 binden fazla kamu görevlisinin hiçbir hukuki süreç işletilmesine gerek görülmeden ihraç edilmesini, ihraçların usulü, hedeflenen amacı ve ortaya çıkan sonuçları ve yukarıda belirtilen “arınma süreci” ile ne kadar ilgili olduğunu anlamak için, dört farklı başlık altında bu hususları incelemek yararlı olabilir.

1) Amaç ve Ulaşılmak İstenen Sonuç

Demokratik bir devletin ve devleti yöneten siyasilerin karşılaşabileceği en büyük sorun şüphesiz darbe girişimleridir. Bu ve benzeri süreçler hem siyasi, hem hukuki hem de sosyolojik açıdan “olağanüstü” olarak kabul edilir. Özellikle başarısız kalkışmaların bastırılmasıyla birlikte sorumluların tespiti ve cezalandırılması ivedi olarak ulaşılmak istenen bir sonuçtur.

Ancak olayların sebep olduğu psikolojik travmayı en sağlıklı ve kalıcı olarak atlatabilmenin yolu şüphesiz yine hukuku en hassas dengeleriyle uygulamakla mümkündür. Aksi halde hukukun her hangi bir dönemde, meşru ve iyi niyetli bir amaçla da olsa, bir süreliğine askıya alınabileceğini kabul etmek, darbenin verebileceği zarardan çok daha fazlasını vermesini kabul etmek demektir.

Böylesi bir travmanın atlatılabilmesi için faillerin kim olduğunun belirlenmesi ve gerçek suçluların cezalandırılabilmesi amacıyla işletilmesi gereken hukuki bir süreç zorunludur. Elbette burada öncelikli görev yargıya ve kolluk kuvvetlerine düşer. Ancak darbenin başlamasından itibaren 3. saatte ve henüz kalkışma devam ediyorken ilk iş olarak 3 bine yakın Hakim ve Savcının gözaltına alınıp görevden el çektirilmesi, iki yıllık bir süre içinde de 150 binden fazla kamu görevlisinin benzer hukuksuz ve keyfi şekilde ihracının sağlanması niyetlerin başka olduğunu göstermiştir.

Darbenin bastırılması, zararlarının giderilmesi, demokrasiye geçişi ve hukukun üstünlüğünü sağlamaya yönelik bir süreç işletilmesi ve ülkenin yeniden huzura kavuşabilmesine dönük bir çaba yerine, ülkede tam anlamıyla bir “cadı avı” başlatılmıştır. Hükümete muhalif her görüşten insana yönelik bu cadı avı sürecinin, siyasi iradenin başında bulunan Erdoğan tarafından kabul edilmiş olması da hukuksuzluğun açık bir itirafıydı.

15 Temmuz sonrası siyasi iradenin tasarrufuyla yapılan 150 bini aşan kamu görevlisinin ihracıyla ulaşılmak istenen sonuç konusunda da kesinlikle bir tenakuz söz konusudur. Anayasa’nın 2, 13 ve 15.,  AİHS’nin 15. maddesi gereğince ulaşılmak istenen sonuçla uygulanan kural arasında mutlak surette aranan unsur “orantılılık”tır.

Akademisyen Kerem Altıparmak’ın da belirttiği gibi, AİHM’in kabullerine göre birçok insanın dış dünya ile ilişkilerinin geliştirilmesinde çok önemli bir yere sahip olan meslek ve iş hayatının “özel hayat” kavramının dışında tutulmasını açıklayacak makul bir gerekçe yoktur. İş hayatına getirilen kısıtlamada bu orantılılık unsurunun korunmamış olması ortaya bir hak ihlali çıkarmaktadır.

Konuya ilişkin öncü karar olan “Sidabras ve Dziautas” davasında da başvurucular, eski KGB ajanı oldukları gerekçesi ile 10 yıl süre ile çok sayıda alanda çalışma yasağı ile karşılaşmıştır. Başvurucuların tüm çalışma imkanları ortadan kalkmamakla birlikte; yasak, başvurucuların dış dünya ile ilişki geliştirme imkanlarını ciddi anlamda kısıtlamış ve hayatlarını kazanma konusunda ağır sonuçları olmuştur. Mahkemeye göre, bu durum aynı zamanda başvurucular açısından sürekli bir damgalanma durumu yaratarak, dış dünya ile sağlıklı bir ilişki kurmalarını engellemiştir. AİHM, bu durumun orantısız bir müdahale niteliği taşıdığı, başvurucular aleyhine ayrımcılığa yol açtığına karar vermiştir.

Bir başka deyişle, her ne kadar çalışma hakkı veya kamu hizmetine girme hakkı AİHS’de düzenlenmemiş olsa bile kişinin çalışma hayatına ilişkin orantısız müdahaleler, dış dünya ile sağlıklı ilişkiler geliştirmeyi engellediği için 8. maddede düzenlenen özel hayat güvencesini ve diğer kişiler karşısında ayrımcılığa uğrayan kişilerin ayrımcılığa uğramama hakkını (AİHS, md. 14) ihlal etmektedir.

Haklarında darbe teşebbüsüne iştirak suçlamasıyla soruşturma dahi açılmayan kamu görevlileri idari kararla suçlu ilan edilip ihraç edilmiştir. Burada amaçlanan istikrar ile yapılan işlem arasında çok büyük bir orantısızlığa sebebiyet verilmiş ve Anayasal güvenceler karşısında  ayrımcı bir muamele ortaya çıkmıştır.

Kamudan ihraç edilerek ciddi bir ayrımcılığa maruz kalan bu insanların başka kurumlarda çalışması da yine devlet eliyle engellenmiştir. Özel sektörün de devlet ve ilgili kurumlarıyla mecburen bir ilişkisi olduğu için onlar da KHK mağduru bu insanları istihdam etmekten çekinmişlerdir. Oturdukları lojmanlardan atılan, işleri ellerinden alınan, çalışacak başka bir alan da bırakılmayan bu insanlar aileleriyle birlikte “sivil ölüme” terkedilmişlerdir. Bu durum tek başına temel insan haklarına ve Anayasal teminatlara aykırılık teşkil eder ki bunun meşru amaca matuf olduğu hiçbir şekilde söylenemez.

2) Tamamıyla Hukuka Aykırı Usullerin Uygulanması

Hukukçu Kemal Gözler’in açık şekilde belirttiği üzere, ülkenin içinde bulundu durum her ne olursa olsun, sürecin nasıl işletilebileceğine dair Anayasa’da çizilmiş bir hukuki sınır söz konusudur. Anayasasının 15/2. maddesi çok önemli hak ve ilkelerden oluşan bir çekirdek alan öngörmüştür. Anayasaya göre, bu çekirdek alana, olağanüstü hallerde, hatta savaş halinde bile dokunulamaz.

Mutlak olarak korunması gereken, bu dokunulmaz hak ve ilkelerden üçü şunlardır;

– Kimse din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bunlardan dolayı suçlanamaz,

– Suç ve cezalar geçmişe yürütülemez,

– Suçluluğu mahkeme kararıyla saptanıncaya kadar kimse suçlu sayılamaz.

Aksi yönde yapılacak düzenlemelerin adı ne olursa olsun iptal davasına konu olarak, mutlak şekilde Anayasa Mahkemesi’nin görev alanına girecektir.

Türkiye’de üyelerinin tamamı siyasi irade tarafından atanan Anayasa Mahkemesi ise, önüne gelen bu tür başvuruları reddedeceğini bir basın açıklamasıyla en baştan açıklamıştır. Daha trajik olanı ise; yüksek mahkeme, iki üyesinin Anayasa ve kanunlara ve meslek güvencelerine tamamen aykırı şekilde gözaltına alınıp tutuklanmasına sessiz kaldığı gibi, yine benzer şekildeki bir hukuk cinayetiyle, bu iki üyesinin savunmalarını almaya dahi gerek görmeden ve sadece “sosyal çevre” gerekçesine dayanarak oybirliği ile ihraç etmiştir. Yüksek mahkemenin bu tutumu, adeta bir “norm” gibi ülke çapında diğer kamu görevlileri için de uygulanmıştır. İhraç edilen kamu görevlilerinden “istisnasız” hiçbirisinin savunması alınmamış ve sadece AYM üyelerinin gerekçesinde olduğu gibi “dedikodu” diye tabir edilebilecek bu ve benzer kriterler, soyut iddialarla ihraçlarına karar verilmiştir.

Bu noktada önemli bir sorun da, yaptırımın bu kadar ağır olmasına rağmen, bir adli kovuşturma sonucu değil idari yaptırım olarak verilmiş olmasıyla ilgilidir. Şöyle ki;       Polonya’daki temizleme davaları, iç hukukta ceza hukuku kapsamında görülmemesine rağmen AİHM, başvurucuya yöneltilen suçlamanın sözleşme anlamında ceza suçlaması olduğu sonucuna ulaşmıştır. Mahkemenin bu sonuca ulaşmasında uygulanan muhakeme usulünün, ceza muhakemesine çok yakın olması yanında, işlenen suçun niteliği ve verilen cezanın ağırlığı dikkate alınmıştır. Başvurucular, hapis cezası yatmadığı gibi para cezasına da çarptırılmamaktadırlar. Ne var ki, komünist geçmişi ile ilgili yalan söylediği saptanan kişiler 10 yıla kadar kamu hizmetinde çalışma ve siyasete katılma hakkından mahrum kalmaktadırlar. AİHM’e göre bu unsur, diğer unsurlarla birlikte değerlendirildiğinde başvurucuya yönelik cezai bir isnat olduğu anlamına gelmektedir.

Türkiye’de yaşanan örneklere baktığımızda ise; 15 Temmuz sonra binlerce kamu görevlisinin ihracına neden olan eylem olarak, “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulu’nca devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olmak” olarak gösterilmektedir. Söz konusu gerekçede adı geçen “Terör örgütü üyeliği” ceza kanununda ağır bir suç olarak düzenlenmiştir. Bu suç, bir disiplin suçu niteliğinde olmayıp, sadece belirli görevleri yerine getirenler tarafından işlenen değil toplumun her kesimi tarafından işlenebilen bir suçtur. Üyelik, mensubiyet, iltisak veya irtibat eylemlerinden birini gerçekleştiren kişiye uygulanacak yaptırım da Polonya’daki gibi belirli bir yıl ile sınırlı değil; süresiz olarak verildiği için ondan çok daha ağırdır. Ayrıca bu kişilerin toplum içinde “terörist” olarak damgalanıyor olması da, cezanın ağırlığını katlanılamaz boyutlara ulaştırmaktadır ki sırf bu nedenle KHK mağdurlarından 50’den fazla kişi intihar etmiştir.

Yine sözü edilen kamudan arındırma davalarına bakıldığında görüleceği üzere, AİHM muhakemenin ceza muhakemesi usulüne uygun yapılmaması nedeniyle sözleşmenin 6. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir.  Türkiye’de ise OHAL KHK’leri açısından, değil adil olmayan bir muhakeme, hiçbir muhakeme yapılmaksızın, en ufak bir savunma hakkı verilmeksizin onbinlerce kişi kamu görevinden çıkarılmıştır. Bu durumda, aslında yargılama yapılmaksızın bir ceza mahkumiyetinin tesis edildiği söylenebilir.

Bu durum, yukarıda açıklandığı üzere tek başına Anayasa’nın 15/2 maddesine aykırılık oluşturmaktadır. Aksi hukuken kanıtlanmadan ve de kanıtlanmasına da izin verilmeden bu insanlar suçlu kabul edilmiştir. Hukuken geçerli bir somut delile dayanmıyor olsa da,  ihraç edilen insanların önemli bir kısmı salt dini bir cemaate üye olmakla suçlanmaktadır. Bu suça(!) delil olarak da 3-4 yıl önceki hepsi devletin izin ve kontrolü altında işleyen bir bankada sadece hesaplarının bulunması veya mesleki bir sendikaya üye olmaları ya da kamu yararına çalışan bir derneğe bağış yapmış olmaları gösteriliyor. Dolayısı ile OHAL bahane edilerek, keyfi şekilde, Anayasa’nın ilgili maddesindeki üç fıkranın da ihlal edildiği anlaşılıyor.

Komünist rejim sonrası kamudan temizleme işlemlerinin hukuk devleti ilkelerine uygun bir şekilde yürütülmesini sağlamak amacıyla AKPM tarafında hazırlanan ve hem AİHM hem de Venedik Komisyonu tarafından esas alınan rehber ilkelere göre; bu işlemler en azından, bu amaçla kurulmuş bağımsız komisyonlar tarafından yürütülmelidir. Komisyon önünde suçlanan kişiye düzgün bir yargılamanın tüm imkanları sunulmalıdır. Bu güvenceler, avukata erişim hakkı, hakkındaki suçlamalara uygun bir şekilde cevap verme, aleyhine gösterilen tüm delilleri görme ve değerlendirme, lehine olan delilleri ileri sürebilme gibi çok çeşitlidir. İnsan Hakları Komiserliği’nin de silahların eşitliği ilkesine uygun bir yargılama yapılması gerekliliğini vurguladığı hatırlatılabilir.

Benzer şekilde Türkiye’den AİHM’e onbinlerce başvuru sonrasında, Venedik Komisyonu, hükümete OHAL önlemlerini incelemek üzere ad hoc (özel amaçla, geçici olarak) nitelik taşıyan bir Komisyon kurmasını önermiştir. Ancak Komisyon bu açıklamayı yaparken önemli bir şerh düşmüştür; “Eğer kamu görevlilerinin mahkemeye başvuru haklarının tamamen yeniden devreye sokulması uygulama açısından mevcut koşullarda imkânsızsa!” Bu çok önemli ve üzerinde durulması gereken bir husus olmakla beraber, AYM, Anayasa’nın açık hükmüne rağmen, üstelik bir basın açıklaması ile yüksek mahkeme ciddiyetinden uzak şekilde, başvurularla ilgili yaptığı açıklamada, bu koşulları nasıl kötüye kullanarak önünü kapattığını ortaya koymuştur.

Venedik Komisyonu, tavsiye kararındaki gibi bir organ oluşturulursa, yapının esas amacının; tüm vakıalara “kişiselleştirilmiş bir muamele”yi mümkün kılmak olduğunu belirtmiştir.

Komisyona göre, kurulacak yapının;

– adil yargılanma ilkelerinin temel ilkelerine uygun olması,

– bağımsız ve tarafsız olması,

– görevden alınmış olan kişilere “kendini savunma fırsatı” imkânı tanıması,

– tazminat vermeye yetkili olması gerekir.

OHAL Komisyonu ile ilgili KHK’ya bakıldığında, komisyonun tüm üyelerinin doğrudan veya dolaylı olarak ihraç kararlarını veren siyasi irade tarafından atandığı görülebilmektedir. Ayrıca ilginç olan başka bir nokta da, komisyon üyeleri hakkında Başbakanlık tarafından bir soruşturma başlatılmış olması bile görevden alınmaları için yeterli olduğu belirtilmiştir. Böylece 150 bin memurun ihracından sonra, hükümetin “kendileriyle çalışmakta bir beis görmediği” memurlar arasından atanmış üyelerin, siyasi iradenin izni dışında bir karar vermeleri de imkansız hale getirilmiştir. Komisyon’un tek bir ilde ve sadece 7 üyeden oluşması nedeniyle 100 binin üzerinde ki dosyaya bakıp, gerekli araştırmayı yaparak adil bir karara varması en başta fizikken mümkün değildir. Sekretaryası Başbakanlık bürokratları tarafından oluşturulmuş Komisyon’un, Venedik Komisyonu kriterleriyle uyumlu olmaması da ülkede yaşanan durumun vahametini gösteren ayrı bir gerçektir.

3) Etkin Meslekleri Kapsayabilecekken Herhangi Bir Sınırın Bulunmayışı

15 Temmuz olayı her ne kadar askeri bir darbe girişimi ise de, sonuçları ve etkileri itibariyle akıl ve mantık dışı bir etki ve mağduriyet alanı oluşturmuştur. Hükümete muhalif siyasi görüşe sahip her insan aynı “Fetö” torbasına doldurulmuştur. Öyle ki bu kümede dini bir cemaatle ilgisi olması mantıken imkansız olan ateistler, sosyalistler, komunistler, pkk’lılar da vardır ve hepsi aynı örgüte üye olmak veya destek vermekle itham edilmektedir. Bunun dışında ihraç edilen kamu görevlilerinin kapsamı sadece askeri darbeye karışan askerler veya ihmali olabilecek üst düzey kamu görevlileri ile sınırlı kalmayıp, ülkenin en ücra beldesinde görev yapan, elektrik olmayan, telefon çekmeyen bir mezrada görev yapan sınıf öğretmeninden, devlet demiryollarında çalışan makasçılara kadar uzamış olması ayrı bir trajedidir.

Avrupa Sosyal Haklar Komitesi, komünist rejimlerde üstlendikleri hizmetler nedeni ile kamu hizmetinden çıkarılanların durumunu incelerken “demokratik toplumda zorunluluk” ölçütünü özgürce edinilen iş kavramına uygulamıştır. Komiteye göre, insanların özgürce iş edinebilme haklarına getirilecek sınırlamalar sadece kamu düzeni ve ulusal güvenlik alanında sorumlulukları bulunanlar veya bu nitelikte fonksiyonları yerine getirenler için öngörülmemişse demokratik bir toplumda zorunluluk niteliği taşıdığını söylemek de mümkün değildir.

Komitenin ifadesini şu şekilde yeniden formüle etmek mümkündür; sınırlamaya tabi olan kişi kamu düzeni ve ulusal güvenlikle ilgili sorumluluk üstlenip, kamu gücü ayrıcalıklarını kullanacaksa, bu durumda hizmetle kısıtlılık arasında bir illiyet bağı bulunduğu için, sınırlama demokratik toplumda zorunluluk olarak değerlendirilebilir. Ancak bu nitelikte görevler üstlenmeyecek kişilere, hem de sınırsız olarak belirli istihdam imkanlarının kapatılması demokratik bir toplumda kabul edilemez.

AKPM Rehber İlkeleri de, bu yukarıda değinilen arındırma sürecinin, insan hakları ve demokrasiye tehdit teşkil eden pozisyonlarla sınırlı olması gerektiğini belirtmektedir. Bu uygulamanın, kamu gücü ayrıcalığı kullanan, insan hakları ihlaline neden olabilecek kişilerle sınırlı tutulmasını gerektirmektedir. Darbe yapma gücüne sahip bir general ile bir er, askeri öğrenci veya öğretmen aynı kategoride değerlendirilemez. Alt ve orta düzey kamu görevlileri bu işlemin muhatabı olmamalıdır.

Bir kişinin görevini, kendi kişisel kusurunu, çalıştığı dönemi dikkate alıp bireyselleştirme yapmadan uygulanan hizmetten çıkarma yaptırımlarının da sözleşmeye aykırı olduğu tespit edilmektedir. Adı geçen davada AİHM, KGB ile “hangi düzeyde bağı olduğuna bakmaksızın” herkesi kapsayan düzenlemelerin sözleşmeye aykırı olduğuna karar vermiştir.

Kerem Altıparmak’ın da belirttiği üzere, kamudan temizleme işlemleri, ceza hukuku ile benzerlik gösterdiği için kişinin “kusur”unun mutlaka değerlendirilmesi gerekir. AİHM, AKPM kararını hatırlatarak, hakkında işlem yapılan kişinin zorla mı yoksa kendi iradesiyle mi eski rejimle işbirliği yaptığının araştırılması gerektiğini belirtmiştir. Var olan koşullarda, kusurlu sayılamayacak kişilerin salt bir görevde olmaları haklarında işlem yapılmasını meşru gösteremez.

4) Herhangi Bir Süre ile Sınırlandırılmamış Olması

Türk ceza hukukunda hapis cezası müeyyidelerinde TCK 53. maddesine göre bazı hak mahrumiyetleri cezanın bir sonucu olarak öngörülmüştür. Faile verilen ceza ne kadar ağır olsa da, söz konusu mahrumiyetler belirli bir süre ile sınırlandırılmak zorundadır. Oysa idari bir yaptırım olarak uygulanan söz konusu ihraçlarda herhangi bir süre sınırlaması getirilmemiş ve ilgili düzenlemede bu mahrumiyetin “süresiz” olacağı kararlaştırılmıştır.

Olağan üstü zamanlarda ülkenin belirli ve ciddi bir tehlike atında olabileceği kabul edilebilir. Ancak bu tehlike ortadan kalktığında, söz konusu hak mahrumiyetlerinin istisnasız şekilde devam edeceğini ve bunlara karşı tüm hukuk yollarının ilelebet kapalı olacağını ilan etmek ne ile açıklanabilir?

Doğu Avrupa davalarında AİHM, tam da bu nedenle zaman faktörünü dikkate almıştır. İddia edilen tehlike ortadan kalktıktan sonra yaptırımların devam etmesi insan haklarına aykırılık teşkil edeceğini belirtmektedir. Yine Anayasa Mahkemesi de, kişilerin kusurluluğunu ve suçun niteliğini dikkate alarak hak yoksunluğu sonucu doğuran kuralların, ölçülü olması gerekliliğini birçok kararında vurgulamıştır.  Yüksek mahkeme, 25.2.2010 gün ve E. 2008/17, K. 2010/44 sayılı kararın gerekçesinde belirttiği üzere;

“Dava konusu düzenlemeler, meslek veya görevlerin özellikleri, suçların niteliği, bu suçlara verilen cezalar ve cezaların süresi, kasıtla veya taksirle işlenip işlenmediğine bakılmaması ve bir kademelendirme de yapılmaması ve bu suçlardan mahkûm olanların belirli meslekleri ve görevleri sürekli olarak icra edememeleri, işledikleri suçlara göre adaletli ve eylemle orantılı olmayan ölçüsüz bir hak yoksunluğuna yol açması nedeniyle anayasanın 2. maddesinde belirtilen ‘Hukuk Devleti’ ilkesine aykırıdır” demiştir. Görüldüğü gibi AYM, hakkında mahkeme tarafından hüküm kurulmuş kişiler açısından bile sınırsız hak yoksunluğunu anayasaya aykırı bulmaktadır. Hakkında bırakın bir ceza yargılamasını, hiçbir soruşturma yapılmayan, savunma hakkı verilmeyen kişiler açısından durumun evleviyetle bu şekilde değerlendirilmesi gerekir.

Sonuç Olarak

Türkiye’de 15 Temmuz sonrası uygulanan bu yaptırımlar AİHM’in, AKPM’nin, Venedik Komisyonu’nun kriterlerine tamamıyla aykırı ve keyfi olduğu açıktır. AİHM’in, bağlantılı kurum ve gözlemcileriyle Türkiye’deki gelişmeleri yakinen takip ederken bu makaleye konu olan davadaki “lustration/arındırma süreci” ile ilgili notu düşmüş olmasını büyük bir talihsizlik olarak kabul etmek gerekir.

Salt bu sorunun, mahkemenin uluslararası otoritesine ve tarafsızlığına gölge düşürme ihtimali vardır. Çünkü Türkiye’de uygulan söz konusu tavır ve yaptırımlara bakıldığında uygulanan yaptırımın bir arınma süreci değil açıkça soykırım olduğunun büyük işaretlerini görmemek mümkün değildir. Adı 17/25 yolsuzluk operasyonu olarak bilinen ve Erdoğan hükümeti üyelerine karşı başlatılan adli operasyon sonrası, hükümet bu soruşturmayı “Hizmet Hareketi” olarak bilinen dini grubun organize ettiği ve amaçlarının devleti yıkmak olduğunu açıklayarak bu cemaate karşı bir “savaş süreci” başlatmıştır. Kademeli olarak artan insanlık dışı politikalar 15 Temmuz sonrası tam bir kıyıma dönüşmüştür.

1948 Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Engellenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin 2. maddesinde soykırımın uluslararası kabul görmüş hukuki bir tanımı yapılmakta, kapsamı ve unsurları tarif edilmektedir. Bu tanım ve tarif, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Roma Statüsü’nde de aynen tekrarlanmaktadır.

Türkiye’de dini bir cemaate yönelik olduğu söylenen bu kıyımda, 80 bini aşan kişi tutuklanmış ve 500 binden fazla kişiye adli soruşturma açılmış, bunlardan birçoğu haftalarca gözaltında kalmış, kötü muamele görmüş, ülke adeta bir açık cezaevine dönüşmüştür. Son 2.5 yılda nezarethane ve cezaevlerinde işkence veya tedaviye izin verilmeyen hastalıklar sebebiyle ölen insan sayısı 100’ü geçmiştir. Bir de cezaevinde uygulanan psikolojik işkence sonucu maruz kaldığı “sivil ölüm” politikasına dayanamayarak intihar eden insanları ekleyebilirsiniz. Darp, işkence ve hastalıklar sebebiyle sakat kalan yüzlerce insan, psikolojik hastalıklar sonucu sağlığı ciddi şekilde bozulanlar ve benzer sorunlara maruz kalanlar ise ayrı bir mağduriyet kategorisidir. 2013’ten bu yana “dehumanization/insanlıktan uzaklaştırma-canavarlaştırma” süreci olarak farklı isimlerle muhalif insanlara bir “etiketleme” yapılmış, toplumdan dışlanmış ve yer verilen örneklerde olduğu gibi yaşam koşulları bütünüyle zorlaştırılmıştır.

Anne babası birlikte tutuklananlardan zorunlu olarak devlet yurtlarına verilen çocuk sayısı azımsanmayacak ölçüdedir. Gerek TCK gerekse BM’nin kabul ettiği kriterlere göre Soykırım suçunun işlenmiş kabul edilmesi için aranan maddi unsurlardan birisi yeterli iken, birden fazlası çoktan oluşmuştur.

Avrupa’nın bir ülkesinde 21.yy’da böyle bir vahşet yaşanırken AİHM’in söz konusu başvurularda nasıl olup da hala “lustration” sorusunu tartıştığını, Türk yargı organlarını ve OHAL Komisyonunu “etkili hukuk yolu” olarak görebildiğini ve  tek kalemde 50 bin başvuruyu nasıl  iade edebildiğini anlamak mümkün değildir.

Bununla birlikte, her ne kadar iş kaygısı ve Türkiye’den aldığı parasal destek nedenleriyle AİHM, süreci öteliyor olsa da “lustration” konusu ile ilgili vermiş olduğu önceki içtihatlarından ayrı bir karar vermesi imkansızdır. Nihayetinde, Erdoğan rejiminin yapmış olduğu “kırım”ın düzeni sağlamaya yönelik bir temizle olmayıp, tüm temel hakları yok eden ayrımcı soykırım niteliğindeki bir uygulama olduğunu kabul etmek zorunda kalacaktır. Birleşmiş Milletler ve Avrupa kurumları ile İHD’lerin raporları ve bazı yabancı devlet mahkeme kararları bu yöndeki öncü işaretlerdir.

Daha Fazla Göster
Başa dön tuşu