GİRDAP KARADELİĞE DÖNÜŞMESİN
Weiser NİCHT (Adı sanal, kendi gerçek sürgündeki Türkiye Cumhuriyeti Yargıtay Üyesi)
1. Giriş
Türkiye’de son yıllarda meydana gelen olaylar ve bunların tüm Dünyaya etkisi düşünülünce, isabetli bir tahlil ve sonuç için, biraz gerilere gidip olayların seyrini bütüncül nazarla incelemek gerekiyor.
2. 2002-2012: Aslında Her Şey Çok Güzeldi
Recep Tayyip ERDOĞAN başkanlığında AKP 2002 yılında iktidara geldi. İktidarın en önemli vaatlerinden biri AB ne tam üyelik idi. Nitekim ilk iktidara geldikleri 2002 yılı Kasım ayından itibaren 2008 lere kadar, AB ne tam üyelik yolunda fevkalade başarılara imzalar atıldı. Özellikle iş hayatı, eğitim, sağlık alanlarında mevzuatta AB müktesebatına büyük oranda uyum sağlandı.
Mevzuattaki uyumun ve içselleştirme uygulamaya da aynı şekilde olumlu yönde yansıyordu. Nitekim düzenli programlar halinde devam eden tam üyelik müzakereleri yapılıyor, durum ve gidişat yıllık raporlar halinde yayımlanıyordu. Türkiye’nin 2002-2010 arasındaki demokrasiye ve insan haklarına bağlı, hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu sosyal hukuk devleti olma hedefi istikametinde emin adımlarla ilerleyişi, aynı dönemdeki yıllık ‘AB ilerleme raporlarında’ bariz şekilde görülmektedir.
Örneğin 2009 sonlarında, AK Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland’ın, ‘hayranıyım’ dediği Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Nobel’e aday gösterileceğinden söz ediliyordu. Keza, aynı dönemde, hükümet İspanya ile birlikte, bütün Dünya’ya barış ve huzur getirecek ‘Medeniyetler İttifakı Projesi’ üzerinde çalışıyordu.
Yine aynı dönemde yüksek yargı organları da özellikle Avrupa Konseyi ve AİHM başta olmak üzere medeni dünyanın en ileri seviyedeki kurumları ve organlarıyla iş birliği ve eşgüdüm halinde çalışmalar yürütüyorlardı. Bunun olumlu sonuçları hemen görülmüş, özellikle AYM, Yargıtay ve Danıştay başta olmak üzere Türk yargısının içtihatları büyük oranda AİHM ile paralellik arz eder hale gelmişti.
3. 2013: Gezi Parkı Olayları ve 17/25 Aralık Soruşturmaları
Ancak 2009 lardan itibaren olumlu gidişatın hızı yavaşlamaya ve işler tersine dönmeye başladı. Neredeyse finale yaklaşılmışken, vites küçültülmesi, hız kesilmesi anlaşılır gibi değildi. Üstüne üstlük hükümet, özellikle insan hakları alanında ve demokratik toplum düzeninin vazgeçilmez değerleri konusunda, neredeyse rota ve güzergâh değişikliği anlamına gelen icraatlara imza atmaya başladı.
Bunun en bariz örneği 2013 yılında yaşanan Gezi Parkı olaylarıdır. İstanbul’un betona boğulmuş Beyoğlu ilçesinde, şehrin en eski ve tarihi, aynı zamanda sosyal aktiviteler bakımından fevkalade önemli taksim meydanına bitişik yeşil alan ve park alanına, belediye tarafından bina yapılmasına karar verilmesi üzerine, buna karşı çıkmak için geniş katılımlı eylemler düzenlendi. Aktivistler parka çadırlar kurup inşaatı engellemek için nöbet tutmaya başladı. Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN halkı teskin edici açıklamalar yapmak yerine, tahrik edici ve aktivistleri suçlayıcı beyanatlarda bulununca olaylar çığırından çıktı, ülke genelinde hükümeti protesto gösterilerine dönüştü. On bine yakın kişi yaralandı, altı kişi hayatını kaybetti.
Hükümetin demokrasi ve hukukun üstünlüğü güzergahından makas değişikliği ile aksi yöne savrulmasının en önemli sonucu aynı yıl Aralık ayında patlak verdi. 17 Aralık günü Türkiye hükümetteki 4 bakan ve oğulları, yakınları hakkındaki rüşvet ve yolsuzluk operasyonları ile sarsıldı. Hükümet cenahından ilk tepkiler, 3 bakan ve 5 milletvekilinin istifa etmesi şeklinde oldu. İstifa eden bakanlardan Bayındırlık Bakanı Erdoğan BAYRAKTAR, olanların başbakanın talimatıyla yapıldığını, milleti ve vatanı rahatlatmak için başbakanın da istifa etmesi gerektiğine inandığını açıkladı.
Ancak bakanların istifası Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN tarafından kabul edilmedi. Takip eden günlerde Başbakan 17/25 Aralık operasyonlarının, rüşvet ve yolsuzluk soruşturması değil, yargı ve emniyet güçleri arasında devlete sızmış bulunanların, seçilmiş hükümeti devirme teşebbüsü olduğunu açıkladı. Sonra da sızdıklarını iddia ettiği yapı ile mücadele kampanyası başlattı. Hatta “bu ülkeye ihanet edenlerin görevlerini değiştirmek cadı avıysa, biz bu cadı avını yapacağız, bunu da bilin” dedi.
Bu nokta çok önemli. Çünkü bugüne kadar gelinen bütün bu hukuksuzluklarda ve geriye gidişlerde, demokrasi ve hukuk devleti adına bütün kazanımların harcanmasında Gezi Parkı olayları ve 17/25 Aralık soruşturmaları milat olarak kabul edilmektedir. Hükümet ve tayfası, bunların darbe girişimi olduğunu, soruşturmalardaki delillerin sahte, kayıtların montaj olduğunu, operasyonda ele geçirilen paraların da polis tarafından önceden oraya koyulduğunu iddia etti. Hızla emniyet birimleri başta olmak üzere devlet kademelerinde kıyıma girişti. Binlerce polis memurunu, müdürünü, amirini emekliye sevk etti, yerlerini değiştirdi, disiplin cezaları verdi.
Bu arada ilginç rastlantılar da oldu. Bütün bu gerilimli süreç devam ederken 2014 Ekim ayında HSYK seçimlerinin yenilenme zamanı gelmişti. Yargıda Birlik Platformu (YBP) adı altında bir yapılanmaya gidildi. Türkiye genelindeki bütün hâkim-savcıların seçmen olduğu bu seçimlerde, tarafsız ve gözlemci olması gereken Hükümet bu yapıyı açık seçik ve doğrudan destekledi. Yar-Sav gibi başka oluşumlar veya kendi imkanlarıyla aday olan kişiler, kendi imkanlarıyla kampanyalarını yürütürken YBP adayları gittikleri her yerde resmi protokol muamelesi gördü. Öyle ki adayları valiler karşılıyor, konvoya emniyet güçleri ve polis araçları eskortluk yapıyordu. Sonuçta seçimi az farkla YBP adayları toptan kazandı. Yargı alanında ve hâkim-savcılar arasında esas kıyım sonrasında yapıldı. Öncelikle 17/25 Aralık soruşturması başta olmak üzere, hükümet ve yandaşları aleyhine soruşturma ve yargılama yapan hâkim-savcılar başka yerlere tayin edildi veya başka görevlere verildi.
Aradan üç yıldan fazla zaman geçtikten sonra bu kez 17/25 Aralık dosyaları ve özellikle içindeki deliller Rıza ZARRAB yargılaması nedeniyle ABD de yargılama konusu oldu. Bu vesileyle ortaya çıktı ki, Türkiye’de 17-25 Aralık soruşturmaları kapsamında dosyalarda bulunan delillerin aynısı, hatta fazlası ABD güvenlik birimlerinin elinde zaten vardı ve 17/25 Aralık dosyasındaki delillerle örtüşüyordu. Bu nokta çok mühim. Zira bahsedildiği gibi hükümet 17/25 in bir yargı darbesi ve delillerin sahte olduğunu iddia ediyordu. 2013 Aralık ayından bu yana hedef aldığı kesimleri de bu gerekçeyle tasfiye etmekte ve suçlu muamelesi yapmakta. Hükümetin iddia ve isnatlarının gerçek dışı olduğu ortaya çıktığına göre, hukuken her şeyin 17/25 öncesine avdet etmesi, geri sarılması gerekir.
4. Kumara Verilen Kazanımlar
Kıyım ve tahribat sadece personel alanında yapılmadı. Bilhassa son çeyrek asırda demokratikleşme ve hukukun üstünlüğü konusunda kat edilen çok önemli birikim sanki kumara verir gibi heba edildi. Örneğin Adalet Bakanlığı, HSYK, Adalet Akademisi hakkında kanun çıkarılarak bütün personelin görevine son verildi. Sonra da hükümetin istediklerini yeniden atayabileceğine dair kanuna madde eklendi. Yargıtay ve Danıştay’ın yapısını değiştirebilmek için üye sayısı arttırıldı ve yeni seçilen üyelerle Yüksek Mahkemelerin idare teşkilatları, heyetleri yeniden teşekkül ettirildi. Buna rağmen Yargıtay ve Danıştay’da Hükümet’in istediği sonuç alınamayınca birkaç ay sonra tekrar bir kanun çıkarıldı, yine bütün kurullar sıfırlandı.
Bütün Dünya’da suç soruşturması gizli yürütülür. 17/25 Aralık soruşturmaları nedeniyle Hükümet zor duruma düşünce ilk yaptığı icraatlardan biri, Cumhuriyet savcısının bir soruşturmaya başladığında bunu vali veya kaymakam gibi mülki amire bildirme zorunluluğu getirildi. Böylece Türkiye’de Hükümeti ilgilendiren veya Hükümet’e yakın kişilerin aleyhine yapılan bütün soruşturmalar açığa çıkmış oldu. Mesela, İzmir Urla’da SİT alanı üzerine Başbakan’ın talimatıyla veya bilgisi dahilinde villaların yapıldığı, birkaçının ailesine tahsis edildiği ortaya çıktı. Hatta benzer villaların Trakya’da, Bodrum’da ayrıca yapıldığı basında yer aldı.
Urla’daki arazi için Başbakan 30 yıllık inşaat sahası olduğunu, o bölgede orman bulunmadığını açıkladı. Google Earth dan birkaç yıl öncesinin görüntüleri medyada paylaşıldı. Bütün bölge yemyeşil ormandı.
Başbakan, hedef aldığı yapının ve muhaliflerin kızı Sümeyye’ye suikast teşebbüsünde bulunacaklarını, buna ilişkin Twitter yazışmalarını yakaladıklarını açıkladı. Hatta havuz medyası bunu manşetlere taşıdı. İsnatta adı geçen CHP Milletvekili Umut ORAN basın toplantısı yaparak, diplomatik ve hatta asgari nezaket kurallarını dahi hiçe sayarak, bu isnatların yalan ve uydurma olduğunu, bir Twitin 140 karakteri geçemeyeceğini, oysa ki manşete taşınan iddialardaki Twitlerin bu sınırın çok üzerinde olduğunu çok ağır bir dille eleştirdi ve ifşa etti.
Aslında Hükümet ve ERDOĞAN süreçte en büyük hasarı, toplumun ahlaki değerlerine verdi. İnsanlarda kamu görevlisinin, siyasetçinin, devlet adamlarının rahatlıkla yalan söyleyebilecekleri algısı yerleşti.
5. 2016: 15 Temmuz Nedir?
Türkiye 15 Temmuz 2016 günü saat 21 sularında, İstanbul Boğaziçi köprüsünün tek yönünü, darbe yapmak üzere trafiğe kapatan askerlerin haberleri ve görüntüleriyle sarsıldı. Türkiye daha bir asır bile olmayan kısa tarihinde pek çok darbe ve ihtilalle yüzleşmiş, bu konuda oldukça tecrübeli bir geçmişe sahip. Normalde darbeler hep başkentte olur ve ilk hedefler de siyasetçiler, devleti idare edenlerdir. Burada ise, hükümet ve siyasetle hiç alakası olmayan bir yerde, İstanbul’da böyle bir kalkışmanın başlatılması, hem de trafiğin sadece tek yönlü kapatılması oldukça dikkat çekiciydi. Sonradan Ankara’da başlayan girişimlerde, mesela TRT nin 8 askerle basılması, Cumhurbaşkanı’nın sarayının 13 askerle ele geçirilmeye kalkışılması gibi onlarca tuhaf ve absürt vakıalar ekranlara ve haberlere yansıdı. O gün, mesela İstanbul’da bütün polis teşkilatının tam kadro darbe teşebbüsünün yaşandığı saatlerde, görev başında ve sokakta oldukları da ortaya çıktı. Yetkililer bunu bilmelerine rağmen, olaylara polisle müdahale temek yerine, anonslarla, hatta mabetlerden duyurularla, salalarla topyekûn bir seferberlik ilanıyla halkı sokağa davet ettiler. Kısa sürede bütün meydanlar kontrolsüz kalabalıklarla doldu. Boğaziçi köprüsü üzerinde harp okulu öğrencisinin başı kesilerek öldürüldü, bir kısmının köprüden aşağıya atıldığı anlaşıldı. Yine sonradan harp okulu öğrencilerinin oraya tatbikat gerekçesiyle komutanları tarafından götürüldüğü ortaya çıktı.
İlerleyen saatlerde ve hala teşebbüs eylemleri devam ederken Cumhurbaşkanı Erdoğan doğrudan Fethullah GÜLEN ve takipçilerini kastederek isnatta bulundu; bu girişimin kendilerine ‘Allah’ın bir lütfu’ olduğunu açıkladı. Nitekim takip eden süreçte yüzbinlerce insan kitlesel kıyıma, cadı avına ve topyekûn imha teşebbüslerine muhatap oldu ve hala da olmakta. Erdoğan yerli ve yabancı basın mensuplarına verdiği demeç ve açıklamalarda, teşebbüsten ilk kez nasıl, kimden ve kaçta haberdar olduğu sorusuna birbiriyle çelişen beş ayrı cevap verdi. Keza o günkü gelişmelere ilişkin Genel Kurmay Başkanı, kuvvet komutanları, MİT Müsteşarı, Özel Kuvvetler Komutanı gibi konu ve olaylarla doğrudan ilgili ve yetkili şahısların durumları, açıklamaları, ihmalleri, tuhaflıklarıyla ilgili onlarca, hatta yüzlerce çelişkili vakıalar kamuoyuna yansıdı. Teşebbüs hakkında bütün ayrıntılarıyla araştırılması için TBMM de komisyon kurulmasına ilişkin muhalefet önergelerine iktidar partisi uzun süre ayak diredi. Sonuçta komisyon kuruldu, bu kez aylar geçmesine rağmen iktidar partisi üye vermediği için komisyon çalışmalarına başlayamadı. Bunun gibi yüzlerce tuhaflıklar, şüpheli ve çelişkili vakıalar yaşandı ve halen de yaşanmakta. Bütün bunlar aklı başında ve fiil ehliyeti yerinde olan herkes için dikkat çekici ve şüphe uyandıran durumlardır.
Fethullah GÜLEN ise birkaç gün sonra düzenlediği basın toplantısında, hayatı boyunca darbelere karşı olduğunu belirterek, açık ve kesin bir dille kendisine yönetilen isnatları reddetti. Darbe eylemine karışanlar arasında eğer kendini seven ve takip eden kimseler varsa bunların ‘inandığı değerlere ihanet ettiğini’ açıkladı. Ayrıca darbe teşebbüsü hakkında uluslararası bir komisyon kurulmasını talep ederek, bu komisyonun varacağı sonucu kabul edeceğini ve buna göre gerekirse Türkiye’ye kendi isteğiyle döneceğini belirtti. Bu teklife hükümet hala olumlu cevap vermiş değil.
Uluslararası kamuoyu, siyasetçiler, devlet adamları ise darbe teşebbüsünün Fethullah GÜLEN ve takipçileri tarafından yapıldığına dair somut delil bulunmadığını belirttiler. Mesela,
- Alman Focus dergisi yayımladığı bir haberde, İngiliz istihbaratının teşebbüsün ilk saatlerinde, hükümet yetkililerinin haberleşmelerini izlemeye aldığını, Türk istihbaratının üst düzey yetkililerinin ‘darbe Gülen’e yıkılsın, yarın temizlik başlasın’ şeklindeki mailini yakaladığını yazdı (Alman Focus Dergisi, 24 Temmuz 2016, sayfa: 26).
- İngiliz The Times gazetesi, Avrupa Birliği istihbarat merkezi Intcen tarafından darbe girişimiyle ilgili 2016 Ağustos ayında hazırlanan raporda, Erdoğan’ın ordu içinde kendine muhalif kişileri tasfiye etmeyi 15 Temmuz öncesinde planladığının belirtildiğini yazdı.
- Alman istihbarat uzmanı Erich Schmitdt ‘yaşanan sözde darbe girişimi Erdoğan tarafından gerçek bir darbeye engel olmak için gerçekleştirildi’ açıklaması yaptı.
- Ve diğerleri.
Nitekim süreçte en etkili isimlerden biri olan Doğu PERİNÇEK katıldığı bir TV programında “Ben ‘Fethullah GÜLEN terör örgütü’ demedim. O bir suç örgütü. Cemaatten söz ettim. Yani ille suçlu olmasına gerek yok. İlle darbeye katılmış olmasına gerek yok. Ama bu yapıyla bir bağlantıları, ideolojik beraberlikleri, ortak amaçları falan filan olan, bunlar kesinlikle temizlenmelidir” dedi.
6. 2018: Hak İhlalleri ve Hukuksuzluk Bir Girdap Oluşturdu
2010 dan sonra duraklamaya giren demokratikleşme ve hukukun üstünlüğünü hakim kılma çabaları, 2013 den itibaren Gezi Olayları ve 17/25 Aralık Soruşturmaları ile hızla irtifa kaybetmeye başladı. 15 Temmuz 2016 ise yere çakılmanın başlangıcı haline geldi. 2018 yılına geldiğimizde pek çok uluslararası gözlemcinin, STK nın, resmi, gayrı resmi kişi veya kuruluşun raporuna, gözlemine, açıklamasına yansıdığı gibi, Türkiye insan hakları, basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, demokrasi gibi medeniyetin göstergeleri sayılan değerler bakımından Dünya ülkeleri arasında en gerilere düşmüş vaziyette, ne yazık ki!
Süreçte ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü başta olmak üzere temel hak ve özgürlükler neredeyse sıfırlandı. Stalin dönemine rahmet okutacak uygulamalar yapılıyor. Bu günlerde alışveriş merkezlerinde, dükkandaki müşterileri, caddelerde, sokak aralarında yürüyen insanları, polis durdurup kimlik soruyor, arama yapıyor. Bazı mahallelerde sıradan başlayarak evlerinin zillerini çalıp, kimlerin kaldığını veya oturduğunu sorup, sorguluyorlar. Yazılı tarih boyunca, hak ve özgürlüklerin en çok ihlal edildiği dönemlerin başında gelen Stalin devrinde bile hak ihlallerinin boyutu bu seviyede değildi.
7. Hukuksuzluğun Mazereti Olmaz
Burada yaşanan hukuksuzluklara ve hak ihlallerine mazeret ve gerekçe olarak sıklıkla dile getirilen bir hususa da değinmek lazım. Ergenekon, Balyoz, Ali TATAR, Kuddusi OKKIR ve saire bunca zulme ve haksızlığa gerekçe olarak gösteriliyor.
Söz konusu iddia ve görüşler evvela usul açısından hatalıdır. Birincisi, bu iddia ve savunma kendi kendini nakzediyor ve aleyhine delil teşkil ediyor. “Onlar öyle yaptı, biz de böyle yaparız” mantığı ve cümlesi, hukukun, hukuk devletinin, kamu görevlisinin ifadesi olamaz. Olsa olsa hiçbir kural ve hak-hukuk tanımayan dağlarda yaşayan, kaba güç ve silahla her işini halleden insanların(!) mantığı olabilir.
İkincisi, iddianın esasını incelemeden baştan doğru olduğunu farz edelim. Elbette bu bir suç ve hukuksuzluktur. Öyleyse sadece bu hukuksuzluğu irtikap eden ve suç işleyenler, yani bahsedilen dava ve soruşturmalarda görev alan ve haksızlık yapan görevliler, suçlarıyla orantılı cezalandırılabilir. Ev hanımlarının, binlerce bebeğin, komadaki yaşlıların ve hastaların, Deniz YÜCEL’in, Can DÜNDAR’ın, Ahmet ALTAN’ın, Selahattin DEMİRTAŞ’ın, Aslı ERDOĞAN’ın vs vs yüz binlerce insanın söz konusu iddialarla nasıl bir alakası var?
Bahse konu görüşler işin esası bakımından da isabetli değil. Birincisi, Sahte delil ve usul hataları iddiasında bulunanlar, ustalıkla uyuşmazlığın esasını ve diğer delillerin incelenmesini, müzakeresini gözlerden kaçırıyorlar. Örneğin, Balyoz davası hakkında ‘sahte CD ve dinlenmeyen iki tanık’ konusunda, Yargıtay 9. CD onama ilamının gerekçesinde her iki iddianın tartışıldığını, incelendiğini ve karşılandığını görüyoruz.
İkincisi, esasın içindeki usule ilişkin. Sahtelik ve usulsüzlük iddiasında bulunan çevreler, bazı sanıklar hakkında yargılamayı devam ettiriyorlar ve cezalandırılmasını istiyorlar. Mesela Balyoz davasında 7 sanık hakkında dava hala devam ediyor ve temyiz aşamasında Yargıtay savcısı sanıkların cezalandırılması mütalaasında bulundu. Bu ne yaman çelişki!
Üçüncüsü, tüm kamuoyunun hatta bütün Düya’nın bildiği hukuksuzluklar, haksızlıklar öylece kaldı. Mesela Güneydoğu’daki bariz hukuksuzluklar, Muhsin YAZICIOĞLU, faili meçhuller vs vs üstüne kara bir şal örtüldü. İstihbaratçı bir albayın “Ben Güneydoğu’da 10.000 terörist yetiştirdim” itirafı; bir orgeneralin, bu günlerde yeni kurulan bir partinin genel başkanlığını yapan, dönemin iç işleri bakanı hanımefendi hakkında, Kızılay meydanında yağlı kazığa oturtmaktan söz etmesine ilişkin beyanları hala internette ve YouTube’da duruyor. Madem terörist(!) görevliler bertaraf edildi, hukuka bağlı yeni görevliler, işin esasını hukuka uygun olarak çözmeli değiller miydi?
8. Demokrasiden Dönüş Yok
İnsanlığın yazılı tarihi bize toplumları idare etme bakımından gelmiş geçmiş bütün tecrübeler arasında en isabetli seçimin demokrasi olduğunu gösteriyor. Eğer insanlık medeniyet macerasında doğru yolda ilerlemek istiyorsa demokrasi tercihinden ve seçeneğinden asla ayrılmamalıdır. Belki geliştirilebilir, yenilenebilir, daha güçlü hale getirebilmek için yeni argümanlar devreye girebilir. Nitekim demokrasi kavramının Antik Yunan’daki ilk çıkışı ile bugünü arasında dağlar kadar farklar vardır. Sosyal hukuk devleti, hukukun üstünlüğü gibi kavramlar son zamanların müesseseleri.
Aksi durum insanlığın felaketi demektir. Çünkü iletişim ve teknolojideki gelişmeler öldürme kapasitesi ve kabiliyetini fevkalade arttırmış vaziyette. Üstelik Dünya’nın herhangi bir yerindeki çatışma için ‘nasıl olsa beni ilgilendirmiyor’ denilemez. Zira çoktandır Dünya artık global bir köy haline gelmiş durumda. Dolayısıyla insanlık menfaatini düşünüyorsa tüm Dünya’da demokrasiye sahip çıkmalıdır.
Diğer taraftan, insanlığın şeref ve haysiyeti de bunu zorunlu kılmaktadır. Çünkü insan bizatihi şerefli ve onurludur, mükerremdir. Bu yüzden temel haklarından istese de vazgeçemez. Bu nedenledir ki, insanların temel hakları konusunda devletlerin egemenlik haklarının dahi bir hükmü yoktur. Son dönemlerde yürürlüğe giren uluslararası insan hakları belgelerinin çoğunda ve yine AİHM gibi uluslararası mahkemeler başta olmak üzere yargı kuruluşlarında ‘insan haklarına saygıyla yaklaşma’ kavramı getirilmiş ve istikrarla uygulanmaktadır.
Netice itibariyle demokrasiden geriye gidilmeyecek, daima ileriye gidilecektir.
9. AP 1990 Kararı
İnsanlık 20. Yüzyılda çok zorlu bir bataklığa saplandı. Sanayi devrimi ve teknolojideki gelişmeler kapitalizmin hırsıyla birleşince geçen yüzyılın başında insanlık ilk dünya savaşıyla tanışmış oldu. Daha bunun acıları sarılmamışken ikincisi daha dehşetli sonuçlarıyla insanlığı silindir gibi ezip geçti. Artık insan öldürme mesleği ve sanatı! korkunç boyutlara ulaşmıştı.
Bilindiği üzere Dünya iki kutba ayrıldı. Her iki blok, karşı tarafın taarruzundan emin olma, sahip olduğu gücü ve zenginliği koruma gerekçesiyle, biraz da bunu bahane edip daha fazlasına sahip olma hırsıyla, bizzat devlet eliyle kayıt ve kontrol dışı faaliyetlere giriştiler. Belki tarih boyu müteferrik fiiller, hamleler olmuştur elbette. Fakat ilk defa sistemli, kalıcı, istikrarlı ve sürekli biçimde müesses bir nizam halinde, hem de devlet eliyle kayıt ve kontrol dışı faaliyetler icra ediliyordu.
1990 ların başlarında Berlin duvarının yıkılması iki kutuplu dünyanın, soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte anlaşıldı ki, bu türden kayıt ve kontrol dışı yapılanmalar, icraatlar, faaliyetler hem ait oldukları devletler ve milletler için hem de tüm insanlık için umulan faydasından çok zarara neden olmaktadır.
Bu nedenledir ki, Avrupa Parlamentosu 22 Kasım 1990 da, kayıt ve kontrol dışı istihbarat ve operasyon örgütlerinin derhal tasfiyesi, ayrıca diplomasi diline göre oldukça sert bir üslupla, bütün bunlar başının altından çıkan ABD nin uyarılması yönünde karar aldı.
Alınan kararda, adeta yol ayırımına gelen Dünya devletlerinin, tercihini insanlığın şerefi ve onurundan yana kullanması yönünde, devlet ve demokrasi müesseselerine dair oldukça dikkat çekici ifadeler vardır:
“C. Söz konusu gizli örgütün üye devletlerin iç siyasi işlerine yasadışı müdahale etmiş olabileceği ve hala müdahalesinin sürüyor olabileceği korkusu ile,
- Muhtelif yargı araştırmalarıyla da ispatlandığı üzere, belli üye devletlerde, askeri istihbarat teşkilatlarının (ya da bunların kontrol edilmeyen birimlerinin) ciddi terör ve suç olaylarına karıştığı hususu çerçevesinde,
- Bu örgütlerin, her hangi bir parlamento içi kontrole tabi olmadıkları için, tamamen hukuka aykırı olarak faaliyet gösterdikleri ve göstermeye devam ettikleri ve devlet daireleri ile anayasal kuruluşlarda en yüksek görevlerde bulunan kişilerin bu konularda aydınlatılmadığı hususu çerçevesinde,
…
- Üye devletlerin hükümetlerine tüm gizli askeri ve milis örgütlerinin lağvedilmesi çağrısında bulunmaktadır,
- Söz konusu askeri örgütlerin mevcudiyetinin belirlenmiş olduğu ülkelerin yargı makamlarına, bunların içeriklerinin ve faaliyet şekillerinin tamamen aydınlığa çıkarılması ve keza bunların, üye devletlerin demokratik yapısını istikrarsız hale getirmek için yapmış olabilecekleri eylemlerin de ortaya çıkarılması çağrısında bulunmaktadır.
…”
Sonrasında başta İtalya, Belçika, Yunanistan olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde Gladio türünden yapılar bir bir ortaya çıkarıldı ve tasfiye edildi.
10. Girdap Karadeliğe Dönüşmesin
Görüldüğü gibi, ilk insandan bu yana binlerce yılın birikimi olan medeniyet müktesebatı, bazen yanlış bir tercih veya maceraperest birinin çılgın hamleleriyle toptan ateşe verilebiliyor. Bundan sonra insanlığın başka bir hatalı tercihe veya bir çılgınlığa tahammülü yoktur. Çünkü etkisi ve derinliği öncekilerden kat be kat fazla olacaktır.
Türkiye birkaç yıldır, suçüstü yakalanan hükümet yetkilileri ve yandaşlarının suçlarını örtme telaşıyla giriştikleri hak ihlalleri ve hukuksuzluklar sarmalına dolanmış, girdabına kapılmış vaziyette. Üç dört yıldır konusunda uluslararası yetkinliğe sahip pek çok teşkilat, kişi veya kuruluş tarafından bunlar kayıt altına alınmakta ve raporlaştırılmakta. Uzatmamak için sadece birkaç somut örnek vermekle yetineceğim:
- Darbe teşebbüsünden saatler sonra Ankara Cumhuriyet savcılarından Serdar COŞKUN imzasıyla Emniyet Genel Müdürlüğü’ne gönderilen 16/07/2016 tarihli yazıda binlerce hâkim ve savcı hakkında “Gözaltına alınan hâkim ve savcıların Cumhuriyet başsavcılıklarına sevkinin sağlanıp TCK 309/2 maddesi gereğince tutuklanmalarının sağlanması,” talimatı vermiştir,
- Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı Kemal KILIÇDAROĞLU, partisinin meclis grup toplantısında elinde bir kitapçık göstererek, Adalet Bakanlığı’nın kitapçık bastırarak hâkim ve savcılara dağıtıldığını, bunda “tahliye konusunda HSK ile mutlaka istişarede bulunulduktan sonra irade oluşturulacaktır” ifadesinin yer aldığını açıkladı,
- Doğu PERİNÇEK katıldığı TV programında “hukuk siyasetin köpeğidir” dedi,
- Üç aylık kurstan sonra kürsüye çıkarılan hâkim “sanığın 2 yıl ila 5 yıl hapisle cezalandırılmasına” hükmetti, avukatın “böyle bir karar olamaz ki” demesi üzerine “ama kanunda öyle yazıyor” şeklinde cevap verdi.
- Bursa’da 12 HDP ve DBP li hakkında fezleke hazırlayan polislerin şüpheliler için suç uydurduklarına dair bilgi notu, silmeyi unuttuklarından, iddianamede yer aldı: “Terör finansmanı filan üfleriz Gazi Abi”,
- …
Görüldüğü gibi durum ‘vahim’ kavramıyla anlatılabilecek seviyenin bile çok ötesine geçmiş vaziyette. Tekrar etmiş olayım, teknolojideki gelişmelerin geldiği seviye, iletişim ve ulaşımın ulaştığı nokta itibariyle, Dünya’nın herhangi bir yerinde meydana gelen kriz Bütün coğrafyaları etkiler hale gelmiştir. Dolayısıyla Dünya milletleri insan hakları ve hukukun üstünlüğünü muhafaza konusunda hem yetkili hem de görevlidirler. İmkanlarını zorlayarak hak ihlallerini önlemezlerse, görevlerini ihmal etmiş olurlar.
Erken önlem alınmadığı takdirde, hukuksuzluk sarmalı girdaba evrilecek, daha da önü alınmazsa bu kez bütün Dünya’yı hatta kendi kendini bile yutan bir karadeliğe dönüşecektir.
11. AİHM: En Büyük Sorumluluk Hâkimlerin
Hakların korunması ve hukukun üstünlüğünün muhafazası konusunda en büyük sorumluluk ise hakimlerindir. AİHM nin uluslararası yetkisi nazara alınınca en önemli görev de AİHM ne düşmektedir.
Bilindiği üzere Türkiye Avrupa Konseyi üyesidir. Ayrıca AİHM nin yargı yetkisini de tanımıştır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 90. maddesi gereği, insan hakları alanında imzalanmış uluslararası sözleşmeler iç hukuk mevzuatından üstün, AİHM nin içtihatları da Türk yargı kuruluşları ile idare teşkilatı için bağlayıcıdır.
AİHM hakimleri de, yargı yetkisi itibariyle yeteri kadar yetkiyle donatılmışlardır. Her şeyden önce ‘insan haklarına saygıyla yaklaşma’ usulü ve anlayışı artık yerleşmiş içtihat ve uygulamadır. Üstelik Yüksek Mahkeme bunu daha önceki içtihatlarında defalarca uygulamıştır.
Devlet adamları, siyasetçiler ve askerler realitenin sonucu, kendi halklarının menfaati için başka milletlerin hukukuna tecavüz etmekten kaçınmazlar. Hatta bu gibi hareket ve hamleler o kişiler için birer kahramanlıktır. Çünkü siyaset ve devlet idaresi menfaat üzerine işlemektedir. Şahsi kanaatim, bu paradigma batıldır. Ama ne yazık ki, Niccolo Machiavelli’den bu yana Dünya’nın çarkları böyle dönüyor.
Ancak hakimlerin böyle bir lüksü yoktur. Çünkü onlar milletinin menfaatini korumakla mükellef değillerdir; maddi gerçeği ortaya çıkarmak ve insanın şerefini korumakla mükelleftirler; o insan hangi milletten, devletten, ırktan, inançtan, renkten ve sair ayırt edici özelliklerin sahibi olursa olsun.
Ne yazık ki AİHM son iki yıldır Türkiye’den gelen başvurular hakkında oldukça kötü bir sınav verdi. Umarım tez zamanda hatalı uygulamasından döner, eski şanına ve itibarına yaraşır şekilde insan şeref ve haysiyetini korumaya, yüceltmeye devam eder.