HAK ARAMADA ÜMİTLİ OLMAK
Kâinat ve içindeki her şeyin hizmetine sunulması için yaratıldığı, yaratıkların en şereflisi ve mükemmeli olan insan, daha doğduğu andan itibaren, gerek birey, gerekse toplumsal açıdan bir takım hakların sahibi olmuştur.
Ancak, özgür ve eşit doğan bireyin haklarını kullanırken, bunu kendi menfaatine veya değer yargısına uygun bulmayan bir başka birey, kurum, kuruluş veya devletin bunu engellediği, ihlal ettiği ya da tamamıyla ortadan kaldırdığı da hep görülmüştür.
Buna karşılık olarak da akıl, irade, vicdan, özgürlük gibi duyguları taşıyan birey, sırf insan olarak doğumundan ölümüne kadar sahip olduğu hak ve özgürlüklerin tanınmasını ve korunmasını istemiş, güçlü kişi, toplum ve idareye karşı mücadele vermiştir.
Bu kapsamda tarih, insanların zorba ve baskıcı iktidarlara karşı yapmış olduğu hak ve özgürlük mücadelesi örnekleriyle doludur. Geçen süre boyunca bu konuda yapılan mücadeleler değişik boyutlar kazanmış, iktidar bireye bir takım hak ve yetkiler tanıyarak kendi gücünü sınırlandırmış ve bunu yazılı metin haline getirmiştir. Böylece gün geçtikçe bireyin gerek toplum, gerekse devletle olan ilişkisinde özgürlükleri artarken; devlet de keyfilikten, zorbalıktan uzak, hukuka bağlı, bireye daha hoş görülü ve yakın bir davranış sergilemiştir.
Bu gelişmelere bağlı olarak günümüzde bireyin ulusal hukuk yanında uluslararası hukuk nezdinde de korunduğunu görmekteyiz. Tüm insanların ortak sahip olduğu saygı bekleme, yaşam, işkence görmeme, inanma, evlenme-boşanma, serbestçe düşünme ve bunu ifade etme, adil yargılama, güvenlik hakkı gibi yararlandığı ve hayatını sürdürmesi için şart olan hakları ülkemizin de taraf olduğu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi veAvrupa İnsan Hakları Sözleşmesiyle birçok bölgesel sözleşme kapsamında korunmuştur.
Bütün bu sözleşmelerin amacı, topluluk halinde yaşayan insanların gündelik hayatlarında özgürce yaşayabilmeleri, mülk edinmeleri, düşünebilmeleri, seyahat edebilmeleri, devletle olan ilişkilerinde insan onuruna ve hukuka uygun muamele görebilmeleri gibi hakları düzenlemek ve bu noktada ihlalle karşı devletlerin birbirlerini denetlemesine olanak tanımaktır. Taraf devletler, sözleşmeyi imzalamakla onu bir iç hukukun parçası haline getirmişlerdir. Böylece taraf devlet yapmış olduğu ihlalden dolayı değişik yaptırımlarla karşı karşıya kalmaktadır.
ZULÜM VE ADALETSIZLIK KARŞISINDA ÜMITSIZLIĞE DÜŞMEMENIN ÖNEMI
Bütün bu önlemlere rağmen yine de dönem dönem hukuktan sapan, insan onurunu ve temel hakları çiğneyen despot / dikta anlayışına sahip yönetimlere şahit oluyoruz.
Demokrasi ve hukuk çizgisinden sık sık saparak çeşitli haksızlıklara imza atan ülkelerin başında maalesef ülkemizin geldiği bir gerçektir.
Yaklaşık 100 yıllık geçmişinde idarenin birçok zulme imza attığını görmekteyiz. Bu zulümleri kimi dönem iktidar kimi dönem de darbelerle birlikte askeri yönetim yapmıştır. Her seferinde hukuk askıya alınmış ve insanlar mağdur edilmişlerdir.
Ama yine bu tarih incelendiğinde, zulmün abad olmadığı, geçici olan aktörleri ile devrilip gittiği, zalimlerin ad ve sanlarının nefretle anılıp unutulduğu, mağdurların ise rahmetle, sevgiyle anıldığıgörülmektedir.
Ülkemizdeki bu zulüm dönemlerinin kuşkusuz en acımasız ve hukuksuz olanı bugünlerde yaşanandır. Çocuk, genç, yaşlı, hasta, hamile, bebek demeden herkese uzanan zalimin zulmü elbette öncekiler gibi çok kısa bir sürede tarihin kirli ve karanlık sayfalarında yerini alacaktır. Nefretle anılacak aktörleri de hem bu dünyada hem de ötede acınacak halleri ile yüzleşeceklerdir.
Şüphesiz bu zulüm karşısında bugünün mağdurlarına düşen temel vazife de ye`se düşmemektir.
Mehmet Akif;
“Ey dipdiri meyyit, ‘iki el bir baş içindir’
Davransana … Eller de senin baş da senindir!…” derken,
Bediüzzaman, “yeis mani-i her kemaldır.” demiştir.
Günümüzün çilekeşi de hayatı boyunca hep ümit soluklamış, ümit tohumlarını atmıştır. O, yolun yolcularının ülkemiz ve insanlık adına ümit vaat ettiğini, zalimlerin yarınlarının olmadığını, sancıyla oturup sancıyla kalkarak, kafa çatlatırcasına fikirle kaba kuvvete direnilmesi gerektiğini, umumileşen ızdıraba Allah’ın neler neler lütfettiğini… belirtmiştir.
Yine O, ferdin, ümitle varlığa erdiğini, toplumun onunla dirildiğini ve gelişme seyrine girdiğini, bu itibarla,ümidini yitirmiş bir ferdin var sayılamayacağı gibi ümitten mahrum bir toplumun da felç olacağını dile getirmiştir.
Devamla, ümit kahramanlarının hedefinin Allah’ın rızası olduğunu, nasıl ki dün “bahar” bugün “badire” yaşanıyorsa, işin hakkının verilmesi ve etrafa tohumlar saçılması halinde, Allah’ın yarına da baharlar lütuf edeceğini, önemli olanın zulmeden zalimlerin yaptıkları çer-çöp şeklindeki eylemlerine yılmadan, sinmeden dayanarak ilerlemek olduğunu, inanan bir kalbin sarsılsa da devrilemeyeceğini, çünkü dayanak noktasının Allah olduğunu, istemesi halinde kış içerisinde bir bahar yaratmasının kudretinde bulunduğunu söylemiştir.
O’nun aşağıdaki sözleri de hep ümit solukludur: “Cenab-ı Hakkın inayetine güvenerek bekleyip göreceğiz. Allah adil-i mutlak. Bugüne kadar hiçbir zalimin zulmü yanına kar kalmadı. Zulm ile abad olanın ahiri hep berbat oldu. Bütün bütün önümüzü de kesseler Allah bizimle olduktan sonra ne gam. Yeter ki O’nunla aramızda kopukluk olmasın.
Çok can yandı çok acı çekildi, ama inşaallah bu çekilen sıkıntılar gelip geçici olur. Muvakkat bir yanma bu, bu yanma olgunlaşmaya vesile olur inşaallah. Kim bilir bu sıkıntıların ardından nasıl bir ihsanı ilahi var şimdi sırada. Gamlanma gönül gamlanma bu elem kalıcı değil.
Hadiselerin şokuyla zihin karmaşıklığına düşüp, kadere rıza göstermeme tavrına düşmemek için hemen istiğfar kurnasına koşup, Cenab-ı Hakka tövbe ve istiğfar etmesini bilmeliyiz ve Allah’a sığınmalıyız…
Yerin dibine kök salan ağaçlar gibi sapasağlam bir duruş olabilmeli ki fırtına ne şiddette nereden eserse essin bizi söküp alamasın. Zik-zak yapanlar, çetrefilli yollara girenler bir yerde takılıp kalırlar. Yolunda istikamet üzeri olanların aşamayacağı tepe yoktur.
Allah`ın Rasûlü zâlim emirler için şöyle buyurmuştur: Kim onlardan uzak olursa kurtulmuştur. Kim onların kötülüklerini benimsemediği için meclislerini terk ederse fitnelerden sâlim kalır veya selâmet kalmaya yaklaşır. Kim onlarla beraber dünyalarına dalarsa, o kimse onlardandır!
Bu sıkıntılar yeni bir doğumun habercisi gibi… Her sıkıntı bir doğumla sonuçlanır. Ama haml müddetine sabretmesini bilmek lazım… Nasıl olsa Allah’ın izniyle güneş doğacak. Nurlar zulmetlerin hakkından gelecek… İnşaAllah…
Zalimler zalimlikleriyle kendi karanlık akıbetlerini hazırlarlarken, mağdurlar, mahkumlar ve mazlumlar da çektikleri sıkıntılara karşı aktif sabır içinde aydınlık yarınları ümitle intizar etmektedirler…”
Dolayısıyla yese kapılmamak gerekir. Çünkü tarihi tekerrürler devri daimi içinde hadiseler hep böyle cereyan edegelmiştir. Yol “Hak” yolu ise haksızlıklara uğraman, zulme maruz kalman mukadderdir. Yine Üstad Bediüzzaman’in ifadesiyle “Cennet ucuz olmadığı gibi cehennem dahi lüzumsuz değildir.” Cennet yolunun yolcuları ümitli ve gayretli olmak zorundalar. Sıkıntı çekseler de hemen doğrulabilmeliler.
Bir Hadisi Şerifte; “Mümin başak gibidir; rüzgâr onu eğer ama o hemen kalkar doğrulur. Kâfir ise çam ağacı gibidir. Dimdik durur ama bir devrildi mi bir daha kalkıp kendine gelemez.” Benzer bir hadisi şerifte; “Mümin ekin gibidir, bela ve musibetler onu sarsar ama o yine kalkıp doğrulur.” buyurulmuştur. Buna göre sarsılmalarla imtihanlar yaşanacaktır.
Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “İnsanlar içinde en ağır imtihana çekilenler peygamberlerdir. Sonra sırasıyla (manevi mevkileri) onları takip edenler, sonra onları takip edenlerdir.” Yol bu ise, belaların boyutu ne kadar yüksek olursa olsun, “Yol”un sonunda “Hak”kın rızası varsa buna katlanmak lazımdır. Pes etmeyip, hakkı anlatmak ve hak için ümitle mücadele vermek gerekir.
Bu mücadele bir yandan ısrarla doğru olan davanızı anlatmak olacağı gibi, diğer yandan da mazlumiyet ve mağduriyetinizi uygun zeminler üzerinde takip etmeniz şeklinde gerçekleşebilir.
Peygamber Efendimiz’in (S.A.S) Yaşamı ve Mücadelesi Hep Bu Şekilde Olmuştur.
Örneğin Efendimiz (S.A.S) büyük bir ümitle Taife yaptığı bir yolculuğu vardır. Yolda uğradığı her kabileyi İslam’a davet etmiş, fakat onlardan hiçbiri bu daveti kabul etmemişti. Taif’e vardıklarında Sakif Kabilesi büyüklerinden üç kardeşe gittiler. Bunlar Abdiyaleyl, Mes’ud ve Habib b. Amr b.Umeyr es-Sakafı idi. Onlarla birlikte oturup, kendilerini İslam’a davet etti. Bu üç kardeşten biri:
“Eğer Allah seni elçi olarak gönderdiyse Kabe’nin örtüsünü yırtarım.” dedi. Diğeri: “Allah senden başkasını bulamadı mı?” diye konuştu. Üçüncüsü de: “Vallahi, seninle ebediyen konuşmam. Eğer resul isen sana cevap vermek büyük bir tehlikedir. Şayet Allah’a yalan uyduruyorsan, seninle konuşmam zaten uygun olmaz.” dedi.
Taifliler bu sözlerle de kalmadılar. Kendilerini İslam’a davet eden Efendimiz’e (S.A.S) hakaret ettiler. Ayak takımını toplayarak bunları yolun iki tarafına sıraladılar. Efendimiz’i (S.A.S) taş yağmuruna tuttular. Fahri Kâinat Efendimiz’in (S.A.S) vücuduna atılan taşlara kendisini siper eden sadık kölesi birkaç yerinden yaralanmıştı. Taif dönüşü yaptığı şu duada Efendimiz’in (S.A.S) bu ıstırabının ne kadar büyük olduğu anlaşılmaktadır:
“Allah’ım! Kuvvetimin zayıflığını, çaresizliğimi ve halk üzerindeki güçsüzlüğümü ancak sana şikayet ederim. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Güçsüzlerin Rabbi sensin. Sensin benim Rabbim. Beni kime bırakıyorsun? Beni asık suratla karşılayan yabancılara mı? Yoksa işimi eline teslim ettiğin bir düşmana mı? Eğer bana karşı gazap etmediysen, ben hiçbir şeye aldırış etmem. Fakat afiyetin benim için daha engindir, daha hoştur. Gazabına uğramaktan veya azabına layık olmaktan, karanlıkları yırtıp aydınlatan, dünya ve ahireti selamete ulaştıran zatının nuruna sığınıyorum. Sadece sana iltica eder ve senin rızanı dilerim. Senden başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur.”
Hz. Peygamber’in (S.A.S) bu gönül yaralayıcı küstahlık karşısındaki ıstırabının boyutunu Hz. Aişe’den öğreniyoruz. Hz. Âişe anlatıyor:
Rasûlullah’a (S.A.S): “Uhud gününden daha sıkıntılı bir gün geçirdin mi?” diye sordum. Şöyle cevap verdi:
“Akabe günü kavminin yaptıkları, başıma gelenlerin en şiddetlisiydi. Şöyle ki: Kendimi İbn Abdiyaleyl b. Abdi Kulâl’e tanıttım. İsteğimi kabul etmedi. Üzgün bir halde yola koyuldum. Ancak Karnu’s-Seâlib’te kendime gelebildim. Başımı kaldırdığımda, bir bulutun bana gölge yaptığını ve o bulutun içinde Cebrâîl’i gördüm. Bana şöyle seslendi: ‘Yüce Allah kavminin sana söylediklerini ve sana verdikleri cevabı duydu. Onlar hakkında istediğini emretmen için sana dağlar meleğini gönderdi. ‘Dağlar meleği bana: ‘Ya Muhammed! Allah, kavminin sana söylediklerini ve sana verdikleri cevabı duydu. Ben dağlar meleğiyim. Bana dilediğini emretmen için Allah beni sana gönderdi. İstiyorsan, şu iki yalçın dağı onların üzerine kapatayım.’ dedi. Ben, ‘Hayır, ben böylesini istemem. Ben, Allah’ın bu müşriklerin soyundan Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmadan ibadet edecek bir nesil çıkarmasını isterim.’ dedim.”
Yaşanan bu vahim hadisede Efendimiz (S.A.S) maddi ve manevi tazyike uğradığı halde, o zulmü yapanlara karşı yine şefkatli davranmış ve hak anlatma mücadelesinden vazgeçmemiş, yese düşmemiştir. Ümitle bir kişinin imana gelmesini dilemiş ve aktif sabırla beklemiştir.
Dolaysıyla her şey Allah’ın Kudret ve Hikmet’i dairesinde gerçekleşmektedir. Dünkü hayatlar nasıl ki bir günde değişti ve aynen nasıl ki bir anda insan ruhunu teslim ediyor, öyle de Allah (c.c) istedi mi yeniden her şeyi değiştirebilir. İnananlara düşen sebeplere riayet edip, aktif sabırla, ümidini yitirmeden doğru bildikleri yoldan ilerlemektir.
Bilindiği gibi Selahaddin Eyyubi Hazretleri Kudüs’ü fethe hazırlanırken Hocası geliyor atının yularından tutarak:
”Oğlum Selahaddin atının alnında zafer işaretleri görüyorum” der.
Bu söz üzerine Selahaddin Eyyubi, Hocasına dönerek şu enfes sözleri söyler: “Hocam biz seferle sorumluyuz zaferle değil.”
Allah rızasına kilitli safir, sefer sırasında elbette iyi veya kötü bazı şeylerle karşılaşabilir. Bazen birisi ona bazen de o birisine çarpabilir. Ama asla motivasyon bozulmamalı ve ümitsizliğe girilmemelidir. Kaybolan ve ölmekle bir gün zaten kesin kaybolacak dünyevi kazanımlara üzülmemelidir. Çünkü hedefin çok yücedir.
Çağın çilekeşinin sözleri (Bediüzzaman – Tarihçe-i Hayat) ile bu yazı son bulsa da hak beklentisi için “Hak”kın kapısında bir an bile olsa ümitten vazgeçilmemelidir: “Bana, ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!…”