15 Temmuz darbe girişiminden bugüne kadar, darbenin üstündeki toz bulutu dağılmamış, birinci dereceden sorumlu olması gereken siyasi/askeri/istihbari üst kademe ısrarla komisyonlardan ve mahkemelerden kaçırılmış ve aradan geçen yaklaşık iki yıla rağmen hala cunta ekibi bile açıklanamamış olmasına rağmen, bu suçla ilişkili(!) bulunan 17 binden fazla kadın, binlerce çocuk ve öğrenci ve binin üzerinde bebek hapishanelerde tutulmaya devem edilmektedir.
Uzun yıllar boyunca ülke halkından geniş bir teveccüh görmüş, çocukları eğitim için gönül rahatlığıyla aynı ellere teslim edilebilmiş ve de devletin resmi organlarınca kabul görmüş bir harekete (Hizmet Hareketi) gönül vermiş bu kadınlar, içeriğini bile bilmedikleri bir suçtan dolayı cezalandırılmaktadırlar.
Yapılan soruşturma ve yargılamalarda evrensel hukukun tüm temel ilkeleri olan suçun şahsiliği, suçların geriye yürümezliği ve masumiyet karinesi gibi prensipler askıya alınmaktadır.
Bu kadınların bir kısmı hukuksuzluktan dolayı teslim olmayan kocaları yerine alınıp rehin tutulurken, bir kısmı fakirlere yardım için düzenlediği bir kermes veya kimsesiz öğrenciler için topladığı burslardan, bir kısmı attığı bir tweet veya bir konuşmasından, bir kısmı da devletin izin verdiği resmi kuruluşlardaki işlemlerinden dolayı tutuklanıp cezalandırılmaktadır.
Bu kadınlar, devletin izin verdiği bir bankaya para yatırdıkları için, denetim altında olan bir okulda öğretmen oldukları için, anayasal bir hak olan bir sendikaya üye oldukları için, manevi ve ahlaki bazı sohbetleri tertipledikleri için cezaevindeler.
Devletten aldıkları izin ve ruhsatlarla yıllardır faaliyet gösteren, devletin yetkili birimleri tarafından her zaman denetlenen özel banka, okul, üniversite, hastane, dernek, vakıf, dershane, basın yayın şirketleri vb yerlerdeki gönüllü veya maaşlı görevlerinden dolayı bu kadınlar tutuklanıyorlar. Çünkü devlet, bir gecede aldığı karar ile tüm bu kurumların faaliyetlerini yasakladı. Bununla da yetinmeyerek hukukun temel bir prensibi olan “geçmişe yönelik suç ve cezanın ihdas edilmeyeceği” ilkesi askıya alındı ve dün suç olmayan bir eylemden dolayı bu kadınlar suçlu bulundular.
Uluslararası insan hakları raporlarına göre darbe girişiminden sonra 60 bin çocuk-öğrenci gözaltına alındı, tutuklandı, hatta darbe için değil askeri eğitim için emre uyarak çıkan kimi askeri öğrenciler ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırıldı. Yine yüzlerce yeni doğmuş bebek anneleri ile birlikte cezaevlerine konulurken, kimisi cezaevinde doğdu, kimisi de hastaneden doğduğu gün alınıp cezaevine konuldu.
Yargısız ve delilsiz cezalandırılan bu kadın, çocuk ve bebekler yıllardır cezaevlerinde en ağır yaşam şartlarına maruz bırakılmaktadırlar. 8 kişilik koğuşlarda 25 kişinin yaşamaya mecbur bırakıldığı, bebek ve çocukları için yatak, mama, kıyafet, sağlık malzemelerine ulaşımın çok kısıtlı olduğu, en az bunlar kadar kıymet ifade eden oyuncağın yasak olduğu, baba, kardeş, ve arkadaşa olan muhtaçlığın psikolojik travmaya dönüştüğü bir ortamda bu insanlar hayatta kalma mücadelesi vermektedirler. Bazen de medyaya yansıdığı şekli ile bu mücadeleyi kaybedenler olabilmektedir.
Niçin tutuklu olduklarını asla anlayamadıkları bir suç nedeniyle yaşanan travma karşısında, birçok kadın sağlığını kaybetmekte ve ciddi tıbbi vakalar ortaya çıkmaktadır. Şüpheli intiharlar, kalp krizi ve sağlık kuruluşunda tedavisine izin verilmeyen hastalıklar nedeniyle meydana gelen ölümler önemli sayılara ulaşmış ve adeta cezaevleri ölüm evlerine dönmüştür.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba’nın, cezaevlerinde yaşanan ölümler ve tutukluların sağlık hakkına erişim sorunları ile ilgili TBMM Başkanlığı’na araştırma önergesi sonrasında yaptığı açıklamada, son 16 yıllık süreçte (2000-2016) cezaevlerinde “3432” tutuklu ve hükümlünün hayatını kaybettiğini belirtmiş ve cezaevlerinin “ölüm evlerine” dönüştüğünü söylemişti. Türkiye’nin son 2 yıldaki karnesi ise bu verilere göre çok daha kötü duruma varmıştır.
Avrupa Konseyi ile Lozan Üniversitesi tarafından ortaklaşa hazırlanan ve Avrupa cezaevlerinin durumunu gösteren istatistiklere göre, 2006-2016 döneminde tutukluluk oranının en çok arttığı ülke Türkiye olarak belirlenmişti. Bu dönemde Türkiye’de tutukluluk oranı % 160’dan daha fazla artış göstermiş ve cezaevi nüfus artışında birinci sırada yer almıştı. Aynı rapora göre tutuklu başına yapılan (sağlık, gıda vb.) harcamalar listesinde Türkiye son sıralarda yer alıyordu. Hukuksuzluğun zirve yaptığı son iki yılki durum ise içler acısıdır.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği 20/03/2018 tarihinde Türkiye ile ilgili bir rapor yayınladı. Raporla ilgili açıklama yapan BM yetkilisi, Türkiye’de son 1,5 yıl içinde yaklaşık 160 bin kişinin gözaltına alındığını ve bunun “tamamen keyfi” şekilde yapıldığını ifade etti. BM yetkilisine göre, Türkiye’de olağanüstü hâlin arka arkaya uzatılması çok sayıda kişinin insan haklarının ciddi ve keyfi bir şekilde ihlal edilmesi için kullanıldığını, Türk makamlarının, hamile olan ya da yeni doğum yapmış 100 kadını, çoğunlukla terör örgütleriyle bağlantılı olduğundan şüphelenilen kocalarıyla “iştirakleri” olduğu gerekçesiyle, bazılarını çocuklarıyla, bazılarını çocuklarından şiddetli bir şekilde ayrılarak gözaltına aldığını belirtti.
Ulusal ve uluslararası tüm raporlara rağmen masum kadınların esareti devam etmektedir. Öte yandan birçoğu anne olan tutuklu kadınların dışarıda bulunan diğer çocukları için de durum, annenin yaşadığı sıkıntılardan çok farklı değildir. İçerdeki çocuk ya da bebeğin durumu ise daha vahimdir.
Durumun vahametini anlamak adına bir an için empati yapalım. 15 metrekarelik bir koğuşta, annesinin yatağında yatmak zorunda kalan 4-5 yaşlarında bir çocuk olduğunuzu farz edin. Böyle bir ortamda, yemek seçme, şımarıklık yapma, gürültü çıkarma veya annenize nazlanma gibi bir lüksünüz asla yok. Çünkü aynı koğuşta psikolojisi ciddi şekilde etkilenmiş ve ilgiye muhtaç iki düzine hassas insan daha var. Zaten onlar hoşgörülü olsa da, yapabileceğiniz en fazla yataktan yatağa atlamak, ranzalar arasında koşturmak olabilir. Canınız istediğinde makarna, yumurta veya bir tek kurabiye yeme şansınız hiç yok. Askerlerin ansızın yaptığı aramaları, eşyalarınızın niçin dağıtıldığını, tanımadığınız üniformalı insanların size niçin kötü davrandığını, haftalık görüşlere gelen abinize, ablanıza niçin dokunamadığınızı veya hastaneye giden annenize niçin kelepçe takıldığını anlamının da bir imkanı bulunmadığını hayal edin. Etrafı 3 metrelik duvarla çevrili beton bir avlunun, çiçek, çimen, toprak ya da kum görmeden, 20 adım ileri gidip geri gelmekten başka her şeyin yasak olduğu tek sosyal ortamınız olduğunu düşünün. Ve her gün annenize sorduğunuz, neden, niçin, ne zaman sorularınızın tek cevabının annenizin sıcak gözyaşları olduğunu…
Yeni doğum yapmış yüzlerce lohusa durumunda bulunan bebeğiyle birlikte cezaevinde tutulan annelerden birisi olduğunuzu hayal ediniz… Özel ihtiyaç sahibi bu insanların hiçbirisi muhtaç oldukları özel sağlık, yiyecek, barınma ve fiziki imkanlara erişememektedir. Özellikle yeni doğum yapmış bayanların, bebeklerin, ağır hastalığı bulunanların talepleri gerekçesiz ve hukuka aykırı şekilde reddedilmektedir.
Buna göre acaba daha 5 yaşında iken dünyanın en acımasız ortamlarından birine muhatap bir çocuk olmak mı zor, yoksa bu acıları yaşayan yavrunun biçare annesi olmak mı bilemedim… Uçurtmayı vurmasınlar diyen Barış misali, tek aydınlığı uzaklardaki gökyüzü olan bu masumların ve annelerinin vebali kime ya da ne zamana kalır meçhul… Her geçen gün telafisi imkansızlaşan bu acı manzara karşısında sessiz kalan milyonların durumu/vicdanı ise utanılacak şey…
Diktatör bir anlayış ile yönetilen günümüz Türkiye’si cezaevlerinde artık suçlular kalmıyor, suçlular dışarda bir yerlerde ve aramızda serbest dolaşırken, anneler ve çocuklar cezaevlerinde yaşam mücadelesi veriyorlar.
Anayasa’nın 41. maddesinde: “Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması… öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilâtı kurar.” denilmiştir. Sanırım dikta yönetim “Teşkilat”ı “cezaevi” olarak anlamış ve bu nedenle on binlerce anne, çocuk ve bebeği örgün eğitime almıştır.
Oysa “devlet”, vatandaşını koruyan, kollayan ve ona emin bir çatı vazifesi gören bir yapının adıdır. Ve o, bu vazifesini yaptığı ölçüde değerlidir. Devlet mülkünü ayakta tutabilecek yegane kuvvet ise adaletin sağladığı sağlam dayanaktır. Bu unsurdan ve mağdur edilmiş, hakları gasp edilmiş halkın desteğinden/inancından mahrum kalan bir yapının ayakta kalabileceğini düşünmek gerçeklikten habersiz olarak, bir masal dünyasında yaşamanın tarifidir.
Unutulmamalıdır ki arşı titreten, semayı inleten bir annenin ve çocuğunun bir damla gözyaşı, muktedirleri ve tüm saltanatlarını yutabilecek bir deryaya dönüşebilir! Bu ne bir tehdit, ne bir uyarı ne de bir arzudur. Yaşanan ve yaklaşmakta olan sosyal, tarihi ve dini bir gerçekliğin ayak seslerinden başka da bir şey değildir…