Bir Hakimin Zulümden Kaçış Yolculuğu
Weiser NİCHT (Adı sanal, kendi gerçek sürgündeki Türkiye Cumhuriyeti Yargıtay Üyesi)
Ben ki Kendi Halimde Ama İdealist Bir Hukukçuydum
Dünya’nın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de hukukçuluk, özellikle hakimlik çok itibarlı bir meslektir, olmalıdır da. Hukukçuların itibarı hayatın hukuk üzerine kurulu olmasındandır. Bilhassa hâkimler insanların hürriyetleri ve mamelekleri hakkında karar vermektedirler. Otomatikman bu da onları halkın nezdinde çok saygın bir yere konumlandırmaktadır. Halk açısından saygınlık, hâkim açısından sorumluluktur aynı zamanda.
Liseyi bitirip hukuk fakültesini kazandığımda benim kadar ailem de çok sevinçli ve gururluydu. Çünkü evlatları okuyup hâkim olacaktı. Üstelik köyden o zamana kadar hiç hâkim çıkmamıştı. Fakülteyi bitirip de hakimlik imtihanlarını kazandığımda da aynı heyecanı yaşamıştım. Gerçi doğrudan avukatlık yapma imkânım da vardı, ama benim idealim hâkimlikti. Sonuçta bütün engelleri başarıyla geçip hâkim cübbesini giymiştim.
İnsan idealleriyle yaşar. Hâkim olmakla yol sona ermiyor elbette. Hayat devam ettiği müddetçe insanın da idealleri olacaktır. Daha doğrusu insan her ulaştığı mekândan ve noktadan sonra idealini bir üst basamakla, bir sonraki hedefle güncellemezse duraklaması, geriye kayması kaçınılmazdır. Yaklaşık yirmi yıllık yorucu, bir o kadar da onurlu hakimlik hayatından sonra temyiz mahkemesine, yani yüksek mahkemeye üye seçilmiştim. Bu Türkiye’de her hâkimin ulaşmak isteyeceği en yüksek makamdır. Bütün ülkedeki uyuşmazlıklar hakkında son sözün söylendiği noktada görev yapmak, bana iki duyguyu verdi: Onur ve sorumluluk. Bir taraftan ulaştığım makamla iftihar ederken, beri taraftan omuzuma binen yükün ağırlığını hissediyordum. Aslında böyle olması da bir zorunluluktur. Çünkü sorumluluğu hissedilmeyen bir onurun da geçerli bir değeri yoktur.
Memleketle Beraber Benim Hayatım da Altüst Oldu
Ben onur ve sorumluluk tahterevallisinde dengeyi sağlayıp işimi sürdürmeye çalışırken her şey malum 15 Temmuz darbe teşebbüsüyle alabora oldu. Darbecilerin dışındaki herkes gibi ben de olan biteni TV’lerden öğrendim. Tuhaflıklar daha ilk saatlerden itibaren dikkati çekiyordu. Benim bildiğim darbe başkentte ve hükümete karşı olur. Oysa bunlar İstanbul’da boğaz köprüsünü kapatarak işe başlamışlardı, üstelik sadece bir yönünü! Bırakın hükümet yetkililerini, hiçbir siyasiyi etkisiz hale getirme veya başına asker dikme gibi en basit ve ilk akla gelen tedbirlerden eser yoktu. Gece saatlerinde TBMM’yi bombalamakla tüy diktiler. Aklı başında olan hiçbir darbeci meclisi bombalamaz. Çünkü başarılı olması için hazırlanmış her darbenin halkı ikna etmesi gerekir. Meclisler de her millet için, mecazi anlamda, kutsal mekanlardır. Toplumun en değerli mekanına bomba atan bir darbecinin, bırakın halkın desteğini arkasına almayı, herkesin toptan tam karşısına geçeceğini ve bunun hızla kabaran bir öfkeye dönüşeceğini bilir. Türkiye’de neredeyse her on yılda bir sahici darbe olageldiğinden hem halk hem de darbe yapma imkânı veya niyeti olanlar bunu çok iyi bilirler.
Bu durumda insanın aklına ister istemez ikinci ihtimal geliyor: Yoksa bu çakma bir darbe teşebbüsü mü? 17/25 Aralık 2013’den beri zaten Erdoğan ve Hükümet, sanki faka basmış gibi, aklını ve sağduyusunu kaybetmiş vaziyette, can havliyle sağa sola saldırıp durmaktaydı. İlk yaptıkları işlerden biri, adli soruşturmaların gizli yürütülmesine ilişkin kuralı değiştirmek oldu. Savcıların başlattıkları her soruşturma için kaymakam veya valiye bilgi verme yükümlülüğü getirdiler. Peki, soruşturma, bilgi verilecek olan mülki amirin yolsuzluğu hakkındaysa durum ne olacak? Olacak belli! Nitekim hükümet erkanı bütün soruşturmalardan haberdar olduktan sonra kuralı tekrar eski haline çevirdiler; çünkü bu kez, kendilerine veya yandaşlarına karşı soruşturma yapanlar hakkında soruşturma yapacaklardı. Mesela, örgütlü suçlarla mücadele için önemli bir husus olan iletişimin tespiti, kayda alınması gibi soruşturma işlemleri kadimden beri medeni dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de sulh ceza hakiminin kararıyla olabiliyordu. 17/25’ten sonra alelacele değiştirdikleri hükümlerden biri de bu oldu. Artık bu tür kararlar üç kişilik heyet halinde çalışan ağır ceza mahkemelerince verilebilecekti, üstelik oybirliği şartıyla! Düşünün, ağır ceza heyetinin oy çokluğuyla, bir sanığın müebbet hapis cezasıyla cezalandırılmasına karar vermesi mümkün, ama bir hazırlık soruşturması işlemi olan iletişimin kayda alınması kararını vermesi mümkün değil! Tabi aklın yolu bir; yargı hükümeti tatmin edecek seviyede kontrol altına girdikten sonra, bu hükmü de aslına geri döndürdüler; çünkü artık ihtiyaçları kalmadı. Sadece yargı alanındaki garabetleri saymak sayfalarca tutar. Bir tek yargı alanı mı? Tabi ki değil. Mesela, darbe teşebbüsünün arifesinde kamuoyunun en çok tartıştığı konulardan biri Erdoğan’ın üniversite diplomasıydı. Üstelik bazı gazeteciler bu konuda oldukça önemli detaylara, çelişkilere, tutarsızlıklara ulaşmış ve odaklanmışlardı. Bugüne değin bu konu henüz aydınlanmış ve medyanın ortaya koyduğu sorulara tatmin edici cevap verilmiş değil. Konumuz bu değil. Yoksa açmaya ve yazmaya kalksak ciltlerce kitap olacak kadar malzeme bulmak çok kolay.
Bunları zaten süreçte yaşamakta olduğumuzdan, bunun çakma darbe olma ihtimalinin giderek ağırlık kazandığı kanaati bende oluşmaya başladı. Üstelik tarihe baktığımızda bunun pek çok örneği de vardı. Hukuk dışında at koşturan iktidarların, halkı sürü yerine koyarak istedikleri mecralara ve maceralara sürüklemek için, hedef kitleye uydurma suç isnadında bulunarak onları yok etmeye teşebbüsleri, eskiden beri bilinen bir taktikti. Mesela, 1933 Reichstag yangını. Bütün bunları düşününce yaşananların göründüğü veya gösterildiği gibi olmadığını, tuhaflıklar ve tersliklerle dolu, neyin ne olduğunun ilk etapta kestirilemeyeceği bir olaylar selinin içinde olduğumuzu anlamıştım.
Derken sabaha karşı 140 civarı Yargıtay üyesinin, 40 kadar Danıştay üyesinin ve binlerce hâkimin darbeye teşebbüs ettikleri gerekçesiyle, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından haklarında soruşturma başlatıldığı, yakalama, gözaltı ve arama kararları verildiğine dair haberler medyada dolaşıma sokuldu. Şaşkınlık içindeydim. Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de kuvvetler ayrılığı, hakimlerin bağımsız ve tarafsız görev yapabilmelerinin teminatı olarak, Anayasa ve ilgili kanunlar gereği, hakimlerin suç soruşturması ve kovuşturması özel hükümlere tabidir. Bunun için de bahsi geçen üyeler ve hakimler için ilgili kurulların ve mercilerin öncelikle karar vermesi, Anayasa ve kanunlarda yazılan hükümlere riayet etmeleri gerekmektedir. Oysa ki darbe teşebbüs saati ile gözaltına dair haberler arasında geçen süre içerisinde bırakın gerekli prosedür ve işlemlerin yapılmasını, gözaltı listelerindeki üye, hâkim ve savcıların sadece isimlerini kâtibe yazdırmak bile imkansızdı. Bu kadar usulsüzlük ve kanunsuzluğu alenen ve fütursuzca işleyenlerin daha neler yapabilecekleri meçhuldür. Nitekim zaman benim endişelerimi fazlasıyla haklı çıkardı ne yazık ki!
Öyleyse Kaçmalıyım
O halde kaçmalıydım. Aslında kaçma fikri, özellikle görevi mevzuatı uygulamak olan hakimler için en son akla gelen seçenektir. Benim için de öyle oldu. Zulmün paletleri altından boşluklar bulup, özgürlüğü öz yurdumun dışında aramak üzere yollara düştüğümde en çok kendimle mücadele ettim. Mesela aracılık eden insanlar, yol çevirmelerinde polise veya jandarmaya yakalanmamam için resmi bana benzeyen bir kimlik bulup getirdiler. Başta bunu asla kabul etmedim ve tepki gösterdim. Ben ki bütün memuriyet hayatı boyunca kanuna, nizama riayeti meslek edinmiş biriydim; şimdi kendim bunu nasıl yapabilirdim. Çeyrek asırlık meslek hayatıma ihanet etmiş olmaz mıydım? Hem karakter ve hayat tarzı olarak bunu yapmam mümkün değildi. Epeyce dil döktüler, yalvardılar. Oysa ki darbe teşebbüsünden sonra daha ilk günden itibaren iş çığırından çıkmış, hukuk ve adalet bitkisel hayatta can çekişiyordu. Mesela sözde soruşturmacılar ama gerçekte işkenceciler işkence görüntülerini bizzat kendi sosyal medya hesaplarından paylaşıyorlardı. Yine, cezaevinde şaibeli şekilde vefat etmiş ama ‘intihar etti’ açıklaması yapılmış bir savcı hakkında haftalar sonra ‘tahliye talebinin reddine’ dair karar verilebiliyordu. Örneğin, darbe teşebbüsünden aylar önce başka sebeple rahmetli olmuş ve HSYK resmi internet sitesinde de taziye mesajı yayınlanmış bir meslektaşımız hakkında, HSYK Genel Kurulu meslekten ihraç kararı alıyordu. Dediğim gibi örnekleri toplasak ciltlerle kitaplar olur.
Bütün bunları biliyor olmama rağmen yine de ikna olamadım. ‘Eğer çevirme olur da yakalanırsam vedalaşır giderim, veremeyeceğim hesap yok’ düşüncesindeydim. Allah’tan ki hiçbir çevirmeye ve yol kontrolüne takılmadan hedeflere varabildik. Tabi ki bu sanıldığı kadar kolay ve basit değil aslında. Yola çıkılacak saati, bindiğiniz arabayı, polisin dikkatini çekmemek için arabada kaç kişi olmanın daha isabetli olacağını, polisin bulunması muhtemel yerleri ve saatleri vs hep hesap ediyorduk.
İnanılır gibi değildi. Daha birkaç gün önce polislerin amiri pozisyonunda üst kademede görev yaparken ve halka adalet dağıtırken, herkes gibi şaşkınlık içinde izlediğim garip olayların içine çekildim ve bir anda aynı polislerin amansızca takip ettiği bir terörist olmuştum!
Artık, Dünya’nın her yerinde en ağır suçlardan kabul edilen insan kaçakçılığını ifa eden kişilerle temas yolları arayacak durumdaydım. Daha düne kadar biz bunları yargılamıyor muyduk? Şimdi yargıladığımız, belki de kamu düzeni adına kızdığımız, sevmediğimiz insanlardan medet umuyorduk, hatta kapılarına, ayaklarına gidiyorduk. Derken eskiden tanıdığım ve üniversitede öğretim üyeliği yapan bir arkadaşım sürpriz bir teklifle çıkageldi.
Ve Macera Başlıyor
Özgürlük ve güvenliğin, beslenme ve barınma haklarından, ihtiyaçlarından daha öncelikli ve önemli olduğunu bu süreçte yaşayarak öğrendim. Bizde “denize düşen yılana sarılır” şeklinde bir atasözü vardır. İnsan zorda kalınca her türlü çareyi, her yerden arayıp bulma kabiliyeti sergileyebiliyor. Tabiatıyla ıztırar haline maruz kişiler de piyasada bu işleri yapanlarla yolunu bulup irtibata geçiyorlar. Benimkisi de aynı hesap oldu.
Öğretim üyesi arkadaşım vasıtasıyla Türkiye’nin güneybatısındaki insan kaçakçılarıyla irtibata geçtik. Yol yordam öğrendik. Bütün bunlar benim için o zamana kadar akşamları yemek sırasında veya yorgunluk atarken ana haber bültenlerinin mutat ve klasikleşmiş haberlerinden ibaretti. Aslında Anadolu neredeyse çeyrek asırdır taa Çin Denizi ve Pasifik’ten itibaren özgürlüğe ve medeniyete kaçan insanların geçiş güzergahında bulunuyordu. Tabi ki insanların dramlarına üzülüyorduk, onlara acıyorduk, hatta onlara bu acıları yaşatanlara kızıyor ve söyleniyorduk. Fakat bu kez güvenli ve rahat ortamda uzaktan üzülmek veya kızmakla, bizzat yaşamak arasındaki farkın ne demek olduğunu tecrübe ettim.
Yaklaşık bir ay, sahil boylarında karşı Yunan adalarına geçiş için uygun zaman ve zemin kollamakla geçti. Daha doğrusu kaçakçı bize böyle açıklıyordu. Bu arada birkaç kez başarısızlıkla sonuçlanan teşebbüsümüz oldu. Hatta ilkinde gecenin tam ortasında tekne şaha kalkmış tam gaz yol alırken birden hız kesmesinin ve ani bir U dönüşü yapmasının pek hayra alamet olmadığını hemen anladım. Meğer sahil güvenlik komutanlığının devriye botu denizin ortasında demir atmış, ışıklarını da söndürüp pusu kurmuş. Zifiri karanlıkta kaptan erken fark etmese sahil güvenliğin botuna tam ortadan bindireceğiz. Hatta içimizdekilerden biri Suriyelileri taşıyan teknelerden birinin sahil güvenlik botuna ortadan çarptığını, hepsinin de boğulduğunu anlatmıştı.
Bu aleme girince pek çok hikâye, efsane, trajedi dinliyor, öğreniyorsunuz. Hatta bazen bunların bizzat öznesi veya nesnesi oluyorsunuz. Askerlik hatırası gibi çoğu hafızanızın veri tabanına kalın harflerle yazılıp unutulmaz hatıralara dönüşüyor. Mesela ilk denememizden hüsranla geri dönüş sırasında ben ‘Allahtan sahil güvenlik fark etmedi’ diye sevinirken aramızdaki tecrübeli biri “Şu anda hayatta kaldığımıza şükretmeliyiz. Kaçakçımız çok insaflı ve vicdanlıymış, Öyleleri var ki tehlike görünce teknedekilere denizi gösterip ‘atlayın’ diyor. Atlamazlarsa bir tanesinin kafasına sıkıyor, sonrasında herkes çığlık çığlığa atlıyor ve tabi ki hepsi de boğuluyor. Devriye tekneyi yakalasa da boş teknedeki adam ‘balığa çıkmıştım’ diyor” demişti. Trajedinin sembolleşmiş örneklerinden sadece birisi olan Aylan bebeği hatırlarsınız. Denizler dile gelse de söylese, nice canlar, nice sevdalar, nice hayaller soğuk suların kahreden karanlığında dipsiz derinliklere gömülüp gitti.
Bazen de trajediyle birlikte komedi de aynı anda yaşanıyor. Kaçakçı veya tekneci sizin hâkim ya da savcı olduğunuzu öğrenince muhabbetin teması otomatikman, yaptıkları işin ne kadar iyi olduğuna, aslında insanlara iyilik yaptıklarına, mahkemede çok ceza vermememiz gerektiğine gelip dayanıyor ve ‘Abi aslında biz Allah rızası için çalışıyoruz, kötü bir niyetimiz ve kastımız yok’ söylemiyle noktalanıyor. Siz de ‘Bir daha denk gelirse bakarız’ tarzında bir cevabın ardından “şimdi ne yapmamız gerekiyor” diyerek asıl konuya usturuplu bir geçiş yapıyorsunuz.
Özgürlükle Ölümün Ortak Sınırı
Yine bir akşam üstü kaçakçı gelip hemen hazırlanmamız gerektiğini söyledi. Pek çok denemeden hüsranla dönmüştük. Kiminde orman içinden, kiminde sahilden, kiminde ise anlattığım gibi denizin ortasından kös kös dönüp gelmiştik. Buna rağmen her seferinde yine aynı heyecan ve umutla yola koyuluyorduk.
Bizi sahile götüren araba bazen farlarını da söndürerek dar ve kıvrımlı, toprak orman yollarında, karanlığa rağmen, bazen derenin dibine inerek, bazen tepenin başına çıkarak ilerliyordu. Nihayet bizi alacak olan teknenin geleceği karanlık koyun koynunda bir zula bularak tek sıra halinde dizildik. Bu arada heyecan ve gerilimin arasında hoş bir sürprizle de karşılaşmıştım. Aynı noktaya başka bir arabayla gelenlerin arasından birini, koyu karanlıkta arkadan siluetini görünce tanımıştım. Bu yakın mesai arkadaşlarımdan ve aile dostlarımdan biriydi.
Sonunda tekneye binmiştik. Yirmiye yakın müşteri vardı. Tekne önce aheste ve sükûnetle sahile paralel bir süre yol aldı, sonra da gürültü ve homurtuyla tam gaz burnunu hedefe yöneltti. Fakat birkaç dakika geçmemişti ki yavaşladı ve geri döndü. Artık tecrübeliydim. Ya ilerde sahil güvenlik vardı veya gözcüler ortaya çıkan bir tehlikeyi haber vermişti. Başlangıç noktasına geri döndük. Henüz bizi getiren arabacılar ayrılmamıştı. Arabacılarla tekneci arasında, kimin tekneden inmesi gerektiği konusunda bir tartışma başladı. Meğer sayı fazla olduğundan tekne yeterince hızlanamamış, bu yüzden yükün hafifletilmesi gerekiyormuş. Sonuçta dört kişi inmeyi kabul etti ve yolculuk tekrar başladı.
Burada birbirine zıt duyguların arkadaşlığından ve zorunlu ortaklığından bahsetmeliyim. İnsanın kendi vatanını ve canından artık sevdiklerini arkada bırakarak hızla uzaklaşması yürek yaralayan bir acı. Ama aynı anda özgürlüğe doğru hızla yaklaşmak da doyumsuz bir lezzet. Ayrıca o gece sanki ben bu duyguları bütün berraklığı ve şeffaflığıyla yaşayabileyim diye, sahne ve dekor olağanüstü hazırlanmış gibiydi. Bir taraftan bahsettiğim acıyı ve lezzeti aynı anda tadıyor ve yaşıyordum. Üstelik tehlikenin farkındaydım, hayalim gözümün önüne sahil güvenliğin yol kesmesinden, çatışma ve kargaşa çıkmasına, Ege’nin serin sularının bana meçhul bir mezar olmasına varıncaya kadar farklı manzaralar sergiliyordu. Diğer taraftan ortam ve sahne muhteşemdi. Yarım saat kadar yol aldıktan sonra karşımda sol çaprazda ufuktan yükselen bir ışık yumağı ve parıltı fark ettim. Önce Yunan adasındaki şehrin ışıklarının uzaktan görüntüsü diye düşündüm. Birkaç dakika geçmemişti ki mehtap bütün ihtişamı, güzelliği ve aydınlığıyla yükselmeye başladı. Ömrümde bu kadar büyük, yakın ve muhteşem bir mehtap görüntüsünü hatırlamıyorum. Deniz de ‘çarşaf gibi’ denecek kadar sükûnetli ve huzurluydu. Neredeyse hiç dalga yoktu. Zaten botumuz hız için tasarlandığından su seviyesinden yüksek değildi. Suya uzaklığımız bir karıştı. Hızla yol alırken kenarlardan sanki ateş böcekleri bize gösteri yapıyor gibi parıltılar bitevi bir görünüp bir kayboluyordu. Ben önce “sürtünmenin etkisiyle çıkan kıvılcımlar mı parlıyor” dedim. Denizcilikte tecrübeli arkadaşım “hayır onlar yakamoz” dedi. Manzara ve ortam doyumsuzdu. Âlem özgürlüğe kurtuluşumuzu coşkuyla kutluyordu.
Bahtımın Rüzgarına Kendimi Bıraktım
İnsan hayatı boyunca aşina olduğu çevreden, ailesinden, yakınlarından, bütün dostlarından, gözünden esirgediği canlardan ayrılmak zorunda olunca ne yapar, nereye gider? Tehlike bunları dahi arkada bırakmayı gerektirecek kadar büyükse, bulduğu ilk fırsatı ve imkânı değerlendirip tehlikeli ortamı terk etmektir ilk hedef. Sonrasının planlaması sonra düşünülür.
Ben de başlangıçta ilk hedef olarak ABD’yi belirlemiştim kendimce. Üzerinde düşünülmüş bir planlama ve hazırlığım yoktu. Bütün umudum bir akrabamın Ditroit taraflarında çalışması ve onun çevresiydi. Doğrusu sağlıklı ve güvenli bir iletişim ortamı dahi olmadığından O’nunla doğru dürüst bir irtibat sağlayıp fikrini alma imkânım bile olmadı.
Üzerinde detaylarıyla çalışılmış bir gelecek planlaması yapamayınca kendinizi kaderin akıntısına bırakıyorsunuz. Daha doğrusu böyle yapınca rahatlıyorsunuz. Düşünün öz vatanınızdan ayrılıp hiç bilmediğiniz bir ülkeye, üstelik kaçak yollarla giriyorsunuz. Orada nelerin sizi beklediği meçhul. Gündelik hayatınız bilinmezler, meçhuller, ihtiyaçlar, zorluklar, sorular, endişelerle dolu. Bütün bunları kendi başına halletmeniz, altından kalkmanız fiilen ve fiziken imkânsız. Sonuçta alınyazınızda ne varsa o gerçekleşeceğine göre, o an için yapılabilecek en akıllıca davranışı sergileyip, gerisini merakla beklemenin tek çıkar yol olduğunu tecrübe ettim. Asla beyninizin contalarını zorlamamanız gerekiyor. Yoksa hararet yapma ihtimali oldukça yüksek.
Bazen kader karşınıza sürprizlerle de çıkabiliyor. Mesela sahilde karşıya geçmek üzere beklediğim sıralarda, orada tanıdığım yine benim gibi canını kurtarmanın derdine düşmüş bir meslektaşımdan Almanya’da ortak tanıdıkların olduğunu öğrendim. Onlarla irtibat kurdum. Ve böylece ben rotamı ABD’den Almanya’ya çevirdim.
Karşı sahile vardıktan sonrası artık rahatlamıştım. Güvenlik duygusuna ve özgürlüğe sahip olduktan sonra, sıradaki bütün sorunlarla baş edilebilirdi. Gerçekten de yaklaşık iki yıldır yaşadığım süreçte bunu defalarca test ve tecrübe ettim.
Meğer En İsabetli Tercih Almanya’ymış
İnsan en mükemmel tasarımda yaratılmıştır. Karakterinde ve genetiğinde sürekli mükemmeli arama eğilimi de belki buradan geliyor. Keza insan gibi insanlık da daima mükemmeli aramakta ona sahip olmak için didinip durmaktadır. Zaten medeniyet de bu serüvenin sonucu değil midir?
Başa gelen belaları bertaraf etme, acıları unutma, yaraları sarma ve huzurlu, müreffeh bir hayata kavuşma insanın ve insanlığın daimî meşgalesi.
Öbür taraftan insanlık tarihinin en büyük acıları yirminci asırda yaşandı. Almanya ise neredeyse hemen hepsinin içinde bir şekilde yer almış. Tabiatıyla buranın düşünen beyinleri, duyarlı vicdanları çareler üzerinde çok kafa yormuşlar. Gerçekten de tüm insanlığa ışık tutacak kavramlar ve müesseseler de geliştirilmiş. Mesela sosyal hukuk devleti, sosyal devlet, düşman ceza hukuku gibi.
Federal Almanya Cumhuriyeti Anayasası ilk maddesinde “İnsanın onur ve haysiyeti dokunulmazdır” hükmüyle başlamaktadır. İkinci maddede “Alman milleti, bu nedenle dokunulmaz ve devredilmez insan haklarını, yeryüzünde her insan topluluğunun, barışın ve adaletin temeli olarak kabul eder” denilmiş.
Ben şimdilerde hem ülkemde hem de bütün Dünya’da onuru ve haysiyeti zedelenen, haksızlığa uğramış insanlara nasıl yardım edebilirim; bu haksızlıkları yapanlarla nasıl mücadele edebilirim; insan onur ve haysiyetinin daha iyi nasıl korunabileceği konusunda neler yapabilirim telaşını yaşıyorum.