TURKISH WRITINGSWeiser NİCHT

BALYOZ VE ERGENEKON DAVALARINDA HATA YAPILDI MI?

Weiser NİCHT (Adı sanal, kendi gerçek sürgündeki Türkiye Cumhuriyeti Yargıtay Üyesi)

1. Tarihi Süreç

Ergenekon ve Balyoz davası başta olmak üzere genel olarak 2008 de başlayıp 2013, 2014 yıllarına kadar süren, kamuoyu gündeminde yoğun şekilde yer alan davalar, esasında derin devlet yargılamalarıdır.

Derin devlet; teşkilat yapısı, çalışma ve hizmet düzeni Anayasa, kanunlar ve diğer mevzuatla belirlenen aleni devlet yapısının dışında yer alan ve fakat aynı saha ve konular hakkında kayıt dışı faaliyet gösteren yapıyı ifade etmektedir.

Konu; içerik, zaman ve alan itibariyle çok kapsamlıdır. Bu yüzden sağlıklı ve doğru değerlendirme için geriye çekilip resme bütüncül bakabilmek gerekir. Dahası resmin üçüncü boyutunu da görmek icap etmektedir.

2. Soğuk Savaş Dönemi

Malum olduğu üzere, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Dünya’da düzen yeniden kuruldu. Yeni ittifaklar, yapılar, hükümranlık alanları teşekkül etti. İki blok oluştu: ABD ve SSCB yani Rusya. ABD öncülüğünde batı bloğunu ve hükümranlık alanını korumak maksadıyla NATO kuruldu. Türkiye de tarihi müktesebatı ve menfaatleri gereği batı bloğunda yerini aldı. Çok partili sisteme geçiş ve demokrasi şartıyla NATO’ya kabul edildi. Nitekim 1950’de Türkiye serbest seçim ve muhalefetin bulunduğu demokrasi tecrübesiyle tanıştı.

Bundan sonra Dünya yaklaşık yarım asır boyunca bu iki bloğun gerilimleri, sinir harpleri ve çekişmelerine sahne oldu ki bilindiği gibi bu döneme soğuk savaş dönemi denilmektedir. 1990’larda SSCB’nin dağılması ve Berlin Duvarı’nın yıkılmasına kadar sürdü.

3. Gladio’nun İfşası

Gerilim ve soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte, el altında ve perde gerisindeki malzemeler, veriler, bilgiler bir bir gün yüzüne çıkmaya başladı. İki bloğun alan hakimiyeti adına kıyasıya mücadele için yaptıkları hamleler, oluşturdukları yapılar, operasyonlar hep otaya çıktı ve tartışılmaya başlandı. Özellikle ana teması özgürlük ve şeffaflık olan Batı Dünyası’nda, beklendiği gibi bu tür konular halk arasında çok çabuk gündem oldu.

İşte tam da bu safhada, 1950’lerin başlarında, ABD ve İngiltere’nin öncülüğünde NATO ülkeleri içerisinde, gizli ve gayrı resmi istihbarat ve silahlı operasyon örgütünün kurulduğu ortaya çıktı. Bu durum demokrasi, özgürlük ve şeffaflık kavramlarının en yüksek marka değerine sahip olduğu Batı Dünyası’nda kıyameti koparmaya yetti.

İtalya’da 1984’de başlayan ve başbakan dahil pek çok üst düzey kamu görevlisinin yargılandığı meşhur Gladio yargılamasının aslında bu kapsamda kurulan örgütün faaliyetleri olduğu anlaşıldı.

4. Avrupa Parlamentosu’nda Gladio’nun Tasfiye Kararı

Avrupa Parlamentosu 22 Kasım 1990’da, 1) Kayıt ve kontrol dışı istihbarat ve operasyon örgütlerinin derhal tasfiyesi, 2) Diplomasi diline göre oldukça sert bir uslupla, bütün bunların başının altından çıkan ABD’nin uyarılması yönünde karar aldı.

Karar içerik itibariyle aynı zamanda bir devlet ve demokrasi manifestosu gibidir:

“C. Söz konusu gizli örgütün üye devletlerin iç siyasi işlerine yasadışı müdahale etmiş olabileceği ve hala müdahalesinin sürüyor olabileceği korkusu ile,

  1. Muhtelif yargı araştırmalarıyla da ispatlandığı üzere, belli üye devletlerde, askeri istihbarat teşkilatlarının (ya da bunların kontrol edilmeyen birimlerinin) ciddi terör ve suç olaylarına karıştığı hususu çerçevesinde,
  2. Bu örgütlerin, her hangi bir parlamento içi kontrole tabi olmadıkları için, tamamen hukuka aykırı olarak faaliyet gösterdikleri ve göstermeye devam ettikleri ve devlet daireleri ile anayasal kuruluşlarda en yüksek görevlerde bulunan kişilerin bu konularda aydınlatılmadığı hususu çerçevesinde,

  1. Üye devletlerin hükümetlerine tüm gizli askeri ve milis örgütlerinin lağvedilmesi çağrısında bulunmaktadır,
  2. Söz konusu askeri örgütlerin mevcudiyetinin belirlenmiş olduğu ülkelerin yargı makamlarına, bunların içeriklerinin ve faaliyet şekillerinin tamamen aydınlığa çıkarılması ve keza bunların, üye devletlerin demokratik yapısını istikrarsız hale getirmek için yapmış olabilecekleri eylemlerin de ortaya çıkarılması çağrısında bulunmaktadır.

…”

Sonrasında başta İtalya, Belçika, Yunanistan olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde Gladio türünden yapılar bir bir ortaya çıkarıldı ve tasfiye edildi.

5. Gladio’nun Türkiye’de Varlığı

Türkiye çok partili parlamenter sistemi hayata geçirdikten ve demokrasiyi benimsedikten sonra 1952’de NATO üyesi oldu. Türkiye Avrupa’nın, yani NATO’nun güneydoğu sınırını teşkil ettiğinden ve düşman cepheyi teşkil eden SSCB’ne güneyden komşu olduğundan, NATO’nun güvenlik bakımından en önemli ve hassas coğrafyasını teşkil etmektedir. Tabiatıyla, ‘olağanüstü durumlarda NATO hattını sivil unsurlarla korumak’ mantığı üzerine kurulan Gladio örgütünün en önemli yapılanmasının da Türkiye’de olması kaçınılmazdır.

Nitekim Avrupa’da bu tartışmaların sürüp gittiği dönemlerde, Türkiye de gündeme geldiğinde ABD ve NATO’nun en önemli Gladio teşkilat yapılanmasının Türkiye’de olduğu etkili çevrelerce ifade edilmişti.

Gerçekten Ergenekon davasının gerekçeli kararının giriş bölümünde, konu kuş bakışı özetlendikten sonra aynı noktaya değinilmekte, bu tür kayıt dışı örgütlerin tasfiyesi amacıyla 1979’da savcı Doğan ÖZ’ün yürüttüğü soruşturmaya dikkat çekilmektedir (İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi (TMK 10. Maddesi ile Yetkili) E: 2009/191, K: 2013/95 sayılı gerekçeli   kararı, Giriş bölümü, sayfa: 2, dipnot: 2).

6. Gladio Örgütlerinin Türkiye’de Yargı Yoluyla Tasfiye Çabası

Avrupa ülkeleri, 1990’larda soğuk savaşın bitmesinin, Gladio yapılanmasının ifşasının ve AP kararının ardından, büyük oranda bu türden kayıt dışı örgütlerini, bazıları yargı yoluyla, bazıları parlamento, siyaset ve idare yoluyla büyük oranda tasfiye ettiler.

En güçlü yapılanma Türkiye’de olduğuna göre burada da tasfiye edilmesi beklenirdi. Ancak kamuoyunda tartışmalar sürüp gitmesine ve daha 1979’larda Başbakan Ecevit’in gayretleriyle tasfiye süreci için savcı Doğan ÖZ vasıtasıyla bir hamle yapılmış olmasına rağmen, ahtapota bir türlü el atılamadı. Taa ki 2008’lerde Ergenekon ve benzeri davalar başlayana kadar.

2002 de iktidara gelen AKP hükümetlerinin en önemli vaadlerinden biri AB üyeliği idi. Bunun için de AB, temel hak ve hürriyetler konusunda Avrupa sıtandartlarının yakalanması, Gladio tipi kayıt dışı yapıların tasfiyesi, AB müktesebatının kabulü ve uygulanmasını şart koşmaktaydı. Avrupa Birliği’ne tam üyelik mezakereleri sürecinde her yıl düzenli olarak yayınlanan raporlarda bu açıkça görülmektedir. Nitekim iktidarın ilk yıllarında AB ile tam entegrasyon ve üyelik için hemen her alanda reformlar, mevzuat değişiklikleri peş peşe geldi. Bütün bunlar belli aralıklarla ‘uyum müzakereleri’ çerçevesinde AB ile işbirliği ve eşgüdüm halinde yapılıyordu. İşte Ergenekon, Balyoz ve benzeri davaların soruşturmaları ve yargılamaları da aynı döneme denk gelmiş oldu.

Soruşturmalar ve yargılamalar başladığında gerek Türkiye’deki siyasi ve sosyal çevreler gerekse yurtışındaki çevreler olumlu ve memnuniyetle karşıladılar. Nitekim Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN her seferinde bu soruşturmaları ve davaları savundu, askeri vesayetin tasfiyesi olark tavsif etti, hatta daha da ileri giderek “ben bu davaların savcısıyım” dedi. Keza AB ve AK çevrelerinden de askeri vesayetin tasfiyesi, kayıtdışı Gladio tipi yapılanmaların dağılmasına yönelik yargılamaların desteklendiği yönünde açıklamalar gelmekteydi. Örneğin 2010 AB ilerleme raporunda şu görüşe yer verilmişti: “Sonuç olarak, suç örgütü olduğu iddia edilen Ergenekon adlı oluşuma ilişkin soruşturma ve birçok başka darbe planının araştırılması, demokratik kurumların düzgün işleyişine ve hukukun üstünlüğüne duyulan güvenin güçlendirilmesi bakımından Türkiye için bir fırsat olmayı sürdürmektedir.” (sayfa: 7).

7. Yargılama Kapsamı ve Süreci

Gladio tipi örgütlerin soruşturması ve yargılaması yatay olarak da dikey olarak da çok geniş bir alan ve hacim kaplamaktadır. Yani hem ülkenin ve devletin bütün coğrafyasına yayılmakta, hem de bütün katmanlarına sirayet etmektedir. Bu da işin tabiatı gereğidir. Dünyadaki en meşhur örneklerinde İtalya Gladio davası da yıllarca sürmüştü. Çünkü bu türden dosyalar milyonlarca belgenin incelenmesini, muhakemesini, binlerce delilin tahlilini gerektirmektedir. Dahası yargılama devlet organlarından bilgi, belge celbini zorunlu kılmaktadır. Devlet organları da yargılama yapılan örgüt tarafından rehin alınmışsa, otomatikman dirençle karşılaşılmaktadır. Bütün bunların aşılması, sayısı yüzleri aşan sanıkların, sayısı binleri geçen eylemlerinin veya vakıaların usulünce muhakemesi yıllarca sürebilmektedir.

Türkiye’de de örneğin Ergenekon davasının sadece gerekçeli kararı 16.798 sayfadır. 275 sanık yargılanmıştır. Keza Balyoz davasında da 361 sanık yargılanmış, bilgi, belge itibariyle Ergenekon kadar çok olmasa da yüzlerce klasör, milyonlarca belgenin inceleme, analiz ve tahlili yapılmıştır.

8. 17/25 Aralık Soruşturmaları

Balyoz, Ergenekon ve benzeri davaların yargılaması ilk derece mahkemelerinde veya temyiz aşamasında sürerken, bu arada başka gelişmeler de oldu. 2012 yılında devletin milli istihbarat teşkilatının PKK terör örgütüyle kayıt dışı pazarlığa oturduğu, hatta teröristlere silah temin ettiğine ilişkin iddialar, buna ilişkin ses kayıtları kamuoyuna yansıdı.

2013 yılında hükümet ve bazı üst düzey bürokratların yakınlarının da aralarında bulunduğu kişilerin yolsuzluk yaptıkları, rüşvet, irtikap gibi suçlar işledikleri, hatta uluslararası yasa dışı altın, petrol, silah kaçakçılığı, kara para aklama suçuna bulaştıkları gibi ciddi iddia ve isnatlar gündeme geldi.

Tabiatı gereği görevinin bilincinde ve devletine bağlı savcılar bu iddiaları soruşturmak üzere soruşturma başlattılar.

Bunun üzerine hükümet o zamana kadar savcısı olduğunu belirttiği davalar hakkında makam değiştirip avukatlığına soyundu. Sürmekte olan davalar hakkında ‘orduya kumpas’ kurulduğunu iddia etti. Oysa ki söz konusu davalar tek celsede, bir çırpıda olup bitmiş yargılamalar değildi. İşin tabiatı gereği yıllarca sürmüştü, devletin tam da en önemli merkezi/merkezlerinin bilgisi ve haberi dahilinde yapılmıştı.

Yargılamalar aleni olduğuna ve yıllardır devam ettiğine göre, hükümetin geçmiş duruşmalardan haberinin olmadığını iddia etmesi, evvela varlık nedeniyle çelişmekteydi. Çünkü, yargılamaların kumpas olduğunu öğrendiğine göre, sorumlu bir hükümetse, buna engel olması, en azından bunu halka duyurarak önleyici tedbirler hakkında parlamentoda fikir üretilmesini sağlamalıydı. Zaten bizzat başbakan söz konusu davalar hakkında defalarca ‘ben bu davaların savcısıyım’ diyerek desteklediğini ve askeri vesayetin tasfiyesini istediğini açıklamıştı. Sonuç olarak ‘bu davalar orduya karşı kumpastır’ açıklaması iyi niyetle yapılmış bir açıklama değildi.

9. Yargılamaya İlişkin İddialar

Hükümetin bu tavır değişikliğinin ardından, yargılamayı engellemek ve sürüncemede bırakmak, maddi vakıanın tam anlamıyla aydınlanmasına mani olmak isteyen sanıklar ve yakınları, daha yoğun ve ciddi şekilde yargılamaya ve mahkeme heyetlerine yönelik isnat ve iddialarda bulunmaya başladılar. Genel olarak,

  • Tutukluluğun çok uzun sürdüğü,
  • Sahte delillerle yargılama yapıldığı, örneğin balyoz davasında Gölcük Donanma Komutanlığında ele geçirilen deliller arasında bulunan CD’nin oraya soruşturma makamlarınca koyulduğunu, dolayısıyla düzmece olduğu,
  • Savunma tanıkları Hilmi ÖZKÖK, Aytaç YALMAN dinlenmeden karar verildiği,
  • Bazı CD’ler hakkında verilen bilirkişi raporlarının gerçeği yansıtmadığı, savunma tarafının serbest piyasadan aldığı bilirkişi raporlarının nazara alınmadığı,

gibi iddiaları sürekli tekrarlayarak gündemde tuttular.

10. İddiaların Mahiyeti ve Ciddiyeti

Bütün Dünya’da özellikle Avrupa’da Gladio iddia ve yargılamalarının mahiyeti tam olarak da bu olguyu içermektedir aslında. Şöyle ki, demokrasiyle idare edilen demokratik toplum düzeninde kamuyu ilgilendiren bütün konuların kural olarak herkes tarafından öğrenilmesi, bunlar hakkında herkesin bilinçli ve sorumlu vatandaşlar olarak fikrini beyan edip yönetime katılabilmesi esastır. Bu nedenle devlet teşkilatında şeffaflık, hesap verebilirlik, basına ve halka karşı sorumluluk duygusuyla hesap vererek aklanma ve ibra edilebilme, olmazsa olmaz unsurlardandır.

Gladio yapılanması ise tam bu noktada demokrasi kavramıyla tezat teşkil etmektedir. Çünkü Gladio kuruluş amacı gereği halkın manipüle edilmesini, belli konularda isteği doğrultusunda kamuoyu oluşmasını, böylece kitlelerin güdülmesini, hatta eylemlerle, toplu kalkışmalarla devletin ve toplumun yönlendirilmesini, idaresini öngürmektedir. Bu maksatla özellikle basının kontrolü, gündemin kontrol altında tutulması, hatta istenildiği şekilde gündem oluşturulması en önemli argümanlardandır. Bu durumun ise özgürlük ve şeffaflık şiarı olan demokrasi sistemiyle ve demokratik toplum düzeniyle bağdaşmayacağı açıktır.

Yukarıda bazı örnekleri verilen iddialara bakınca da bu durum akla gelmektedir. İşin maddi yönüne ve münhasıran iddianın içeriğine tek başına odaklanıldığında haklı gibi görünebilir, hatta maddi vakıa olarak doğru da olabilir.

Örneğin Balyoz davasında tutukluluğun uzun sürmesi, savunma tarafının ibraz ettiği bilirkişi raporlarının mahkemece yeniden incelemeye tabi tutulmaması gibi hususlar vakıa olarak doğrudur.

Yukarıda değinildiği gibi bu tür davaların yıllarca sürmesi niteliği gereğidir. Dünyadaki örnekleri Türkiye’dekinden çok daha fazla sürenler olmuştur. Nitekim tam da bu gerekçeyle bazı sanıkların başvurularını AİHM, dosyadaki deliller ve yargılamanın seyrine göre makul bularak kabul etmemiştir (Mesela: 1- AİHM, T: 10/02/2012, Başvuru No: 28484/10, Çetin DOĞAN v. Türkiye; 2- AİHM, T: 12/02/2013, Başvuru No: 3329/12, Ali Rıza SÖZEN v. Türkiye; 3- AİHM, T: 19/02/2013, Başvuru No: 58223/10, Cem Aziz ÇAKMAK v. Türkiye).

AİHM’ne göre özgürlük ve güvenlik hakkına ilişkin “Sözleşme’nin 5. maddesi, 1. paragrafı, Sözleşmeye taraf devletlerin güvenlik görevlilerinin organize suçlarla etkili olarak mücadelesini aşırı derecede güçleştirmeye sebep olabilecek biçimde uygulanmamalıdır (bkz. mutatis mutandis, Klass ve diğerleri v. Almanya, § 58-68, A serisi, no. 28, 6 Eylül 1978).” (Ayrıntı için bakınız: AİHM, T: 10/02/2012, Başvuru No: 28484/10, Çetin DOĞAN v. Türkiye, pr: 80).

Yargıtay Balyoz kararının temyiz incelemesini yaparken söz konusu itirazları da irdelemiş ve hatta gerekçesinde bunlara da değinmiştir. Mesela Hilmi ÖZKÖK ve Aytaç YALMAN’ın dinlenmemesi konusunda, “yüklenen suça yönelik icra hareketlerinin tamamlanmamasına ilişkin olarak mahkemece gösterilen gerekçenin, karargahın karşı çıkması ve engellemek için çaba göstermesinden ibaret olması karşısında, Genelkurmay Başkanı Hilmi ÖZKÖK ve Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç YALMAN’ın tanık olarak dinlenmemesinin, taleplerin reddine ilişkin gerekçe ve mevcut deliller nazara alındığında sonuca etkili olmadığı” gerekçesiyle bozma nedeni yapmamıştır (Yargıtay 9. CD, T: 2013/9110, K: 2013/12351, sh: 17). Yargıtay ‘adı geçen tanıklar gelip sanıklar lehine beyanda bulunsa ortaya çıkacak sonucu zaten yerel mahkeme kabul etmiş’ demektedir.

Yine davanın en önemli delillerinin bulunduğu Gölcük Donanma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürlüğü’ne ait üç odada ele geçirilen CD’lere ilişkin Yargıtay, aramanın bir askeri savcı ve yedi askeri personelle gerçekleştirildiği, bütün safhalarının kayıt altına alındığı, askeri personelin de katılımıyla imaj alma işleminin gerçekleştirildiği; delillerin ele geçirildiği yerin sınırlı sayıdaki personelin girebildiği en korunaklı yerlerden olduğu, malzeme ve delilleri koyanlar hakkında görevlilerin dinlendiği, oların da koyanlara ve yapılanlara ilişkin somut bilgiler verdiği; ayrıca aynı delillerin Eskişehir’de emekli Hava Albay olan sanığın evinde de ele geçtiği Yargıtay ilamında belirtilmektedir (Yargıtay 9. CD, T: 2013/9110, K: 2013/12351, sh: 20).

Keza Yargıtay, CD’lerde sahtecilik yapıldığı, savunmanın dışarda bağımsız bilirkişilere hazırlattığı raporların nazara alınmadığı yönündeki iddiaları da tahlil etmiş, sahtecilik iddialarının CD’lerin korunmasına ilişkin olmadığını, içerikleri hakkında ise sahte olduğu iddia edilen deliller yok farz edilse bile dosyadaki diğer belge, ifade ve delillerle eylemin sübuta erdiğini belirtmiştir.

Bu konuda bir diğer handikap, yargılamanın süresi ve kapsamıdır. Örneğin savunma tarafının dışarda hazırlattığı her rapor hakkında yeniden inceleme yapılması, mesela kanunlarda sayı sınırlaması da belirtilmediğinden gösterilen bütün tanıkların çağrılması, yargılamanın onlarca yıl sürmesine neden olacaktır. Bu kez de yargılama uzun sürdüğünden zulüm yapıldığı, bunun adil bir yargılama olmadığı iddia edilecektir.

Nitekim yukarıda sayıları verilen dosyalarda bütün bu iddialar AİHM nezdinde de ileri sürülmüş, AİHM hiçbirini gerçekçi bulmadığından hak ihlali taleplerini reddetmiştir.

Ancak Anayasa Mahkemesi, 18/06/2014 tarihli kararıyla 1) Dijital deliller hakkında sahtecilik iddiaları konusunda gerekçe yetersiz olduğundan gerekçe hakkının ve silahların eşitliği ilkelerinin ihlal edildiği, 2) Savunma tanıkları Hilmi ÖZKÖK ve Aytaç YALMAN’ın dinlenmediği gerekçesiyle adil yargılanma hakkının ihlal edildiğine ve yargılamanın yenilenmesine hükmetmiştir (AYM, T: 18/06/2014, Bireysel Başvuru No: 2013/7800).

11. Ergenekon ve Balyoz Davalarının Yeni Yargılama Süreci

Balyoz davası AYM’nin söz konusu kararı sonrası yeniden yerel mahkemeye gönderilmiş ve yargılama yeniden yapılmıştır. Bu kez, Hükümetin tavır değişikliği ve yargıya etkisi sonucunda, yüklenen suç sabit olmadığından bütün sanıkların beraatlerine hükmedilmiş, bu karar da savcılık tarafından temyiz edilmiş, Hükümet tarafından bir baskı unsuru olarak kullanması için de, Yargıtay henüz temyiz incelemesi yapmamıştır.

Keza Ergenekon kararı da, 2014 HSYK seçimleri sonrasında kanun değişikliği ile üye ve daire sayısının artırılması üzerine kurulan Yargıtay 16. CD tarafından bozulmuş ve yerel mahkemeye gönderilmiştir.

Bu arada şu hususu önemle belirtmek gerekir. 17-25 Aralık 2013 tarihinden sonra Türkiye’de yargının bağımsızlık ve tarafsızlık vasıfları giderek artan oranda erozyona maruz kalmış, halihazırda ise, pek çok uluslararası resmi kurum veya STK vasfındaki bağımsız kuruluşların gözlem ve raporlarına yansıdığı gibi, artık bağımsızlık ve tarafsızlık vasıfları tamamen yok olmuştur.

12. Terazinin Dengesi veya Silahların Eşitliği

Tartışmalı bir konu hakkında iki taraf çekişiyorsa, uyuşmazlığın sağlıklı olarak çözülebilmesi için her iki tarafa da aynı kuralın ve aynı usulün uygulanması zorunludur. Aksi halde taraf tutmuş olursunuz ve adil bir sonuca ulaşmanız imkansızdır, ya da en iyi ihtimalle sadece rastlantıya kalır.

Bir tarafın iddiaları ve isnatları üzerine odaklanıp büyüteç altında incelemeye tabi tutarken, diğer tarafın çıplak gözle bile görülebilen iddialarını veya olgularını görmezden gelmek elbette doğru değildir. Diğer bir deyişle takip edilen usul her iki tarafa eşit seviyede uygulanmak zorundadır.

Elbette ki bu durum, ‘maddi gerçekliğin ortaya çıkarılmasından vazgeçilsin’ demek değildir. Tam aksine ‘geciken adalet adalet değildir’ gerçeği nedeniyle, maddi gerçekliğin bir an önce tespiti ve adaletin beklenmeksizin yerine getirilmesi, bozulan düzenin yeniden sağlanması veya bu konuda kafalarda oluşan tereddütlerin izalesi için gereklidir.

Hakim uyuşmazlık konusunun muhakemesinde, maddi gerçeklik hakkında hiç bir tereddüte mahal kalmadan vakıanın tahakkuku hakkında kesin kanaate varmışsa ve de noksan kalan hususların varılan sonucu değiştirmeyeceği kesinse, bunların beklenmesine gerek yoktur. Çünkü belirtildiği gibi yargılamada en önemli esaslardan biri adaletin hızlı tecelli etmesidir.

Balyoz, Ergenekon veya benzeri davalara bu açıdan da bakmak gerekir. Sanıklar ve destekçilerinin itiraz ve sahtecilik olarak ileri sürdüğü iddia ve argümanların yanısıra, hakkında hiç tereddüt olmayan veya varlığı ve gerçekliği sabit vakıa ve delliller de aynı anda nazara alınmalıdır.

Çok hacimli ve kapsamlı dosyalarda maddi vakıa ve müsnet fiil hakkında kesin tespit yapıldıktan sonra sonucu etkilemeyecek gereksiz tartışmalardan vazgeçilebilir. Zaten sanıklar, pek çok ayrıntıya girerek davayı sürüncemede bırakmak ve içinden çıkılmaz bir hale sokmak isteyeceklerdir.

Bu açıdan bakıldığında Balyoz ve Ergenekon gibi davalarda, kamuoyuna yansıyan bilgilerde bile akıl ve mantık kurallarına göre sübutu kesinleşmiş pek çok maddi vakıa ve suç unsuru vardır.

Nitekim AİHM de örneğin Çetin DOĞAN’ın başvurusu hakkında bu konuda önemli bir gerçekliğe değinmektedir: “Aralarında başvuran tarafından imzalanmış birçok belgenin de yer aldığı 2.229 sayfa belge, 19 adet CD ve 10 adet teyp kasetinin ve başvuranın konuşma yaptığı toplantılara ait ses kayıtlarının bulunduğu paket, Savcılık tarafından başvuranın Ceza Kanununca şiddetli şekilde cezalandırılan atılı suçu işlediğine dair şüphelere dayanarak yakalanmasından önce ele geçirilmiştir.” (AİHM, T: 10/02/2012, BN: 28484/10, Çetin DOĞAN v. Türkiye, pr: 82)

Gerçekten, içeriğinde senaryo savunmasıyla izah edilemeyecek özel isimlerin yer aldığı, darbe sırasında toplanan kişilerin tutulacağı stadyum gibi mekanların konuşulduğu söz konusu ses kayıtları hakkında, bizzat Çetin DOĞAN, TV programında, konuşmaların kendine ait olduğunu kabul etmiştir.

13. Sabit Gerçekler ve Sübuta Ermiş Deliller

Yargılama faaliyetinde her yerde geçerli genel bir kural vardır: Malum ve meşhur vakıaların ispatlanması gerekmez. Örneğin Güneş’in doğudan doğup batıdan battığını ispatlamaya çalışmak abesle iştigaldir.

Türkiye’nin özellikle 1960’dan itibaren askeri darbeler, ihtilaller, cuntalar sarmalında düşe kalka demokrasi yolunda ilerlemeye çalıştığı herkesçe bilinen sabit bir gerçektir. Bu durum yargılamanın terminolojik deyimiyle kaziyye-i muhkeme gibidir. İspatlanması gerekmez. Aksine bir durum ve iddianın ispatlanması gerekir.

1950-1990 arasında etkisi bütün Dünya’yı saran, NATO çatısı altında bütün üye devletlerde kurulan, Gladio tarzı kayıt ve kontrol dışı istihbarat ve operasyon örgütlerinin kurulduğu da malum ve meşhur bir vakıadır. SSCB’nin dağılması, Berlin Duvarı’nın yıkılması ve özellikle yukarıda bahsi geçen 1990 tarihli AB, AP kararı sonrası bunun aksini iddia etmek ve ispatlanmasını istemek akılla alay etmek demektir. Nitekim anılan karar sonrası pek çok Avrupa ülkesi söz konusu yapıları ortaya çıkarıp tasfiye etmiştir.

İkinci bir husus, yargılamada kesinleşen hususlar gözardı edilemez. Örneğin yukarıda değinildiği gibi, Balyoz davasının baş akörü olan Çetin DOĞAN’a ait olduğu iddia edilen ses kayıtları bizzat kendisi tarafından, üstelik kendi isteğiyle katıldığı bir televizyon proğramında kabul edilmiştir. Aksi iddia edilmediği gibi, aksini gerektirecek bir ihtimal de ortada yoktur. Bu durumda anılan konuşmaların Çetin DOĞAN tarafından yapıldığı sübuta ermiş bir vakıadır. Bu sübut yok sayılamaz.

Oysa ki Balyoz davasının yeniden yapılan yargılamasında bütün sanıkların beraatine karar verilmiş, Ergenekon hakkında ise Yargıtay 16 CD, siyasi iradenin etkisinde kalarak, ele geçirilen bombaları, suikast planları, işlenen cinayetleri, saklanan askeri silahları, tanık anlatımları vs. göz ardı ederek ‘böyle bir örgüt yoktur’ gerekçesiyle yerel mahkemenin mahkumiyet kararını bozmuştur.

Halihazırdaki bu durum, hem Türkiye dahil Avrupa’daki, hatta Dünya’daki sabit gerçekleri yok sayma, hem de sübuta ermiş delilleri görmezden gelme demektir. Avrupa Parlamentosu’nun 22 Kasım 1990 tarihli kararı, bu karara neden olan bütün olaylar, soğuk savaş süreci, ayrıca karar sonrası, karara uygun yapılan tasfiyeler, bütün Avrupa’daki siyasi veya yargısal süreçler yok sayılmaktadır. Keza örneğin İtalya’da meşhur Temiz Eller Operasyonu ve devamındaki yargılama süreci inkar edilmektedir. Aynı şekilde, varlığı yüzde yüz sübuta ermiş vakıalar da görmezden gelinmektedir.

Sabit gerçekler, meşhur ve malum vakıalar yok sayılmakla yok olmazlar. Onlar yine varlıklarını sürdürürler. Keza aynı durum sübuta ermiş vakıa ve delliller için de söz konusudur.

Bunları inkar eden veya görmezden gelen sadece kendini tartışmaya açmış olur. Türk yargısının, Hükümet yolsuzluklarını konu eden 17/25 Aralık 2013’den bu yana sürüklendiği ve evirildiği, bağımsızlık ve tarafsızlığını kaybettiği durum da budur.

Daha Fazla Göster
Başa dön tuşu